Gönderen Konu: A'mâk-ı hayal--Filibeli Ahmed Hilmi  (Okunma sayısı 622 defa)

Çevrimdışı Hamza

  • Osc Kurucu
  • 1. SINIF ÜYE
  • ********
  • İleti: 161.440
  • Puan 13008
  • Cinsiyet: Bay
  • Dünyanın En Çok Mesaj Gönderen Üyesi :))
    • Profili Görüntüle
    • Hosting
A'mâk-ı hayal--Filibeli Ahmed Hilmi
« : 31 Ekim 2007, 22:58:15 »
A'mâk-ı hayal--Filibeli Ahmed Hilmi
Leylalı Mecnun

Her günkü meşguliyetlerden kurtulunca kendimi Aynal’nın sohbetine atmaktan geri duramıyordum. Bu, bende adeta tiryakilik halini almıştı. Yine bir gün işlerimi bitirdikten sonra, ikindiye doğru ziyaretine koştum. Oturmak için asırlık bir çınar kavağı altını seçen Aynalı Baba:
- Evlat! Bügün biraz çoşkunum. Sana ney çalayım, dedi.
Başladı. Buna ney demek hata idi. Gök ve yer hep birlikte inliyor zannediyordum. Kendimden geçmiştim:
Görüyordum ki, ‘’Emel’’ şehri ileri gelenlerinden ve meşhur zenginlerinden birinin oğlu imişim. Anamın, babamın bir tanesi olduğum için beni, taparcasına seviyorlardı. Emel şehri halkı da, benim gösteriş ve güzelliğim, terbiye ve olgunluğum ile övünmekte idiler. Artık yaşım on sekizi bulmuş, dört kaşlı bir yiğit halini almış olduğumdan her sabah atıma biner ve şehrin, gül bahçelerini kıskandıran etraf ve civarını dolaşır, ara sıra avlanırdım.
Ben sokaklardan geçerken halk ‘’Sûret yapanların en güzeli olan Allah’ın şanı (bak) ne yücedir (el-mü’minûn sûresi, ayet:14)’’ diyerek güzelliğimi övdükleri gibi, şehirlerin en güzel ve en seçkin kızları da, gözlerime hedef olabilmek ümidi ile kendilerini bana göstermeyi adeta âdet edinmişlerdi. Fakat ben avcılıkta kullandığım ve kolumda gezdirdiğim şahinim kadar mağrur ve gözü yüksekte olanların tavrı ile, bu zavallı ümitle yaşayanları görmemezlikten gelir, atımı oynatarak geçiverirdim.
Ah! Velâkin yüreğimde garip bir ateş hissetmekte idim. Bu ateşin ne olduğunu tayin edemediğim halde, beni son derece yakıp kavurması tuhaf idi. Bir gün geldi ki, artık uzun bir üzüntü ve düşünceden kendimi alamaz olmuştum. Elime sazı alıp okuyor, ağlıyordum. Yavaş yavaş inleyiş benim âdetim haline geldiği gibi, benzim de ziyade sararmış ve her şeyden isteğim kesilmişti. Bu hal, elbette baba ve annemin gözünden uzak kalmıyordu. Garip bir hastalığa tutulduğum, bütün şehir halkına destan olmuştu. Herkes üzüntülü adeta matemler içinde idi. Şehrin en meşhur doktorları türlü türlü ilaçlar, macunlar yapıyorlar; remilciler, üfürükçüler okuyorlar, velâkin benim hastalığım günden güne şiddetleniyordu.
Nihayet uzakça bir köyde oturan, ilim ve kehanetlerle meşhur olup yalnız başına yaşayan birini getirdiler. Bu ihtiyar âlim, doktorların yaptığı ilaçları gözden geçirdi. Başını salladı. Usturlaba baktı, yıldızlarla konuştu. Cin topladı. Bir hayli müddet, şaşakalmış vaziyette kendi âlemine daldı. Nihayet:
- Ey Efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastasıdır, cevabında bulundu.
Zavallı babam sordu:
- Muhterem Efendi! Kimi seviyor?
Büyük Âlim:
- Hiç kimseyi... İşte aşkın en öldürücü şekli budur.
- Ey Büyük Âlim! Bize yol göster. Ne yapalım? Ne çare bulalım? Eğer ilaç canımız ise dahi esirgemeyiz, feda edelim. Yeter ki, ciğerparemiz kurtulsun.
- Efendi! Oğlunuzun bağrını yakan aşk, aşk-ı mutlaktır, yani hiçbir şeye karşı olmayan ve hedefi bulunmayan bir aşktır. Bu aşka bir hedef bulmalı; ondan sonra aşkın ateşini, cana can katan vuslat suyu ile söndürmenin yolunu düşünmeli. Böyle olmazsa ölümü muhakkaktır.
Artık babamın ve annemin sevincine hudut yoktu. Onların fikrine göre iş basit olup, bir evlenme meselesi demekti. Şehirdeki en seçkin ve güzel kızlar birer birer bana gösteriliyordu. Hatta şehrimizde şiddetle gözetilen denklik meselesi bile aranılmayarak, en fakir, en aşağı tabaka arasındaki güzeller bile gösterilmişti. Ah! Fakat bunların hiçbirisini sevmemiştim. Nihayet yatağa düştüm. Günden güne sararıyordum, soluyordum. Zavallı babam ve annem delirecek hale gelmişlerdi.
Ben artık şarkı söyleyecek, sazımı ele alacak, çalacak bir halde değildim. Bu sebepten dolayı, belki elemimi hafifletmeye vesile olur diye, babam en usta çalgıcı ve okuyuculardan kurulu bir heyeti emrime vermiş, vaktiyle hoşlandığım en seçme ve dokunaklı parçaları çalmakla vazifelendirilmişlerdi.
Bir gün dokunaklı bir fasıl tamamlanmıştı ki, sokakta dolaşan tellal gür sesiyle:
- Kapalı bir sandık satıyorum. Kıymeti bin altındır. Lâkin içinde ne var, bilmiyorum. Kimsede bilmiyor. Bu sandığı alan da pişman, almayan da... Diye bağırıyordu. Tellalın bu feryadını babam ve annem de duymuş olduklarından, belki beni eğlendirecek bir şey çıkar diye derhal satın almışlardı.
Ben, insanın hiçbir vakit kurtulamadığı araştırma ve merak hissi ile sandığın içinde ne olduğunu anlamak istedim. Nice aylardır ilk defa bir arzu gösterdiğim için, anne ve babam son derece sevindiler ve sandığı yanıma koydular. Sayısız anahtarlar getirildi. İki gün uğraştım, uyan olmuyordu.Sandık pek ustaca yapılmış olduğundan, kırmak istemiyordum. Nihayet ikinci günü güç hal sandığı açabilmiştim. Sandığın içinde yalnız bir resim ve bir kağıt vardı. Evvala kağıdı okudum. Kağıtta:
‘’Bu sandıktaki resim, Maksut şehri padişahı Sultan Keramet’in kızı ‘’Ayîne-i Aşk Banû’’ yani Bayan Aşk Aynası’nın resmidir. Bu kız nur yüzü yanında, Züleyhalar ufak birer yıldızdır. Onun akıl ve zekâsının olgunluğu karşısında, alemler titreyip baş eğmektedirler. Bânû, henüz on beş yaşında olup Maksut şehri gençleri ve Cablisa bölgesinde oturanlar, onun ayağına kapanmış aşıklarıdır. Ey bu resmi görecek olan zavallı! Sen onun sahibine aşık olmakla başını belaya uğratacaksın. Lâkin iyi bil ki, Aşk aynası yer yüzünde bir afettir. On iki yaşından beri binlerce yiğit ve hayatının bağrında olan gençleri, hayatından mahrum etti. Binlerce genç intihar etti. Binlerce genç verem olup söndü gitti. Sen de Aşk Aynası’na kavuşmaktan mahrum kalmaya dayanamayarak sönüp gideceksin’’ diye yazılı idi.
Ben bu müthiş cümleleri okuduktan sonra düşünmeye bile lüzum görmeyerek resmi elime alıp baktım. Öyle ya! Ölüm denilen şey iki defa olmaz ki... Ben zaten uzun ve elemli bir bekleyiş içinde ölmek üzere değil miyim? Resme baktığımda boğuk bir feryat ve çığlık çıkarıp bayılmışım. Kendime geldiğim sırada annemi ve babamı başucumda büyük bir üzüntü ile ağlıyor gördüm. Çünkü pek uzun süre baygınlığımı öldüğüme yormuşlardı. Ben ise sonu gelmez ağlamaya tutulmuştum. Gözyaşlarım aktıkça, bana bir ilaç gibi tesir yapıyor ve üzerimdeki üzüntü ve sıkıntı ağırlığı eksiliyordu.
O gece ilk defa olarak yemek arzu ettim. Yemekten sonra, ümitlerle aydınlanmış tatlı ve çoktan beri mahrum olduğum güzel bir uykuya daldım. Artık aşkıma bir hedef bulmuş, bütün gücümle ve yakıcı aşkımla Aşk aynası’nı sevmiştim. Pek kısa bir müddet içinde kendimi topladım. Adeta hiç hasta olmamış gibi idim. Sevgilimin resmi elimden, hayali gönlümden hiç düşmüyordu. Geceleri düşüncemin bütün malzemesi sevgilim, rüyalarımın aşk artıran sermayesi yine sevgilimdi. Nihayet mühim bir karar verdim. Babamın ve annemin odasına gidip ellerini öptüm ve dedim ki:
- Ey benim hayatımın kaynağı sevgili anne ve babacığım! Gidip sevgilimi bulmak isterim. Ona kavuşmalıyım. Bu olmazsa ben mutlaka ölürüm. Ben mutlaka Maksut şehrine, Cablisa bölgesine gideceğim. Bu kararım kat’i olup değişmeyecektir.
Zavallı babam ve annem, bu sözlerim üzerine hayret ve sıkıntı içinde kaldılar. Lâkin kısa bir konuşmadan sonra, beni kararımdan çevirmenin imkânsızlığını anladılar. Derhal bu mühim meseleyi konuşmak üzere, tecrübe görmüş aklı başında büyüklerimi davet edip bir meclis topladılar. Babam ve annem benim kararımı ve meseleyi bastan sona anlatarak fikirlerini sordular. İçlerinden muhterem bir âlim söz alarak dedi ki:
- Bu konuda bir fikir beyan etmek için Cablisa bölgesini, Maksut şehrini bilmek ve nerede olduğunu anlamak gerekir. Ben, böyle bir bölge şehir olduğunu şimdi duyduğum gibi, mecliste bulunan kıymetli kimseler de, ihtimal ki, benim gibi yeni işitiyorlar.
Meclisi meydana getiren kıymetli kişiler hep birden bu sözü tasdik edip böyle bir bölge ve şehir işitmediklerini söylediler. Nihayet daha önce aşkımı ortaya çıkaran ve herkes tarafından en üstün bilinen âlime başvurmaya karar verildi. Adı geçen âlim tekrar çağrılarak mesele anlatılınca biraz düşündükten sonra:
- Maksut şehri, Cablisa bölgesinde ve batı yönünün en sonundadır. Ondan daha batıda hiçbir bina ve şehir yoktur. Nasıl ki bizim şehrimiz olan Emel şehri de doğu tarafının en sonundadır. Süratle gidilirse bir senede ulaşılabilir.
Babam ve annem tekrar şehrin ileri gelenlerini topladılar. İhtiyar âlimin söyledikleri ortaya atılıp üzerinde konuşuldu. En sonunda kararımın değişmez olduğuna kanaat getirilmesiyle, yolculuğuma oy birliği ile karar verildi. En sadık hizmetçilerimizden on beş kişi bana yol arkadaşlığı yapacaklardı. Babamın acıklı yalvarmalarına dayanamayarak eşsiz âlim dahi bana yol arkadaşlığı yapmaya razı olmuştu. Yirmi gün kadar, Sultan Keramet’e ve ailesine uygun görülen hediyelerin seçimi ile uğraştık. Muhterem âlime de bir tahtırevan hazırlattık. Nihayet müneccimlerin, gün ve saat uygundur, dedikleri bir gün sabahtan annem ve babamla acıklı bir vedadan sonra yola çıktık. Akrabalarım ve şehir halkı ‘’sağlık ve selamete’’ duaları ile bizi şehir dışına kadar geçirdiler. Ermişliğine inanılan bir zat, iyi başarımız için güzel bir dua okudu. Yola koyulduk.
Nihayet bir sene kadar, anlatılması bıkkınlık verecek sıkıntılar ve güçlüklere uğrayarak Cablisa bölgesine ,Maksut şehrine varmamız mümkün oldu.Şehirde büyük bir kervansaraya indik. Şehrin haber alma vasıtaları pek mükemmel olduğundan, ta uzak doğudan geldiğimiz çabuk yayılarak büyük bir halk topluluğu ziyaretimize koşmuşlardı. Ziyaretimizin sebebini anlayanlar ise büyük bir hararetle başlarını sallıyorlar ve üzüntülerini söylüyorlardı.
On gün kadar kısa bir müddet istirahattan sonra , âlimle beraber Sultanın sarayına gittik. Huzura kabul edilmemiz için izin çıktı. Hediyelerimizi, âdet üzere, verdikten sonra bu uzun yolculuğa katlanmamızın sebeplerini sordular. Sebep ve maksadımız söylenince yüzleri kırıştı. Derhal bakanlar kurulunun toplanmasını emrettiler. Bakanlara maksadımızı anlattık. Hepsinin yüzünde merhamet ve üzüntü işaretleri görülüyordu. Sultan dedi ki:
- Oğlum! Kızım Aşk Aynası’nın hayatı bana bir şartla bağlanmıştır. Evlenme hususunda ben kendisine kat’iyyen karışamam. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki, şimdiye kadar binlerce taze genç, bu kızın uğrunda yok olup gitti. Her istekliye bir şeyler soruyor. Cevap vermeyen ölümün eşiğindedir. Ancak cevap verenle evlenecektir. Halbuki şimdiye kadar o binlerce genç arasında sorularına cevap veren olmadı. Rica ederim, senin gibi bir gencin yok olmasını arzu etmem. Gel bu uğursuz aşktan vazgeç.
Sultandan sonra yardımcıları ve bakanlar söz alarak bu işten vazgeçmemi temenni eylediler. Ben ısrar ediyordum. Nihayet bir an evvel imtihan edilmemi kat’i bir dille söyleyerek, emelime kavuşmayı veya bu uğurda yok olmayı kendime nimet bilme cihetlerini çok düşündüğümü izah ettim.
Bakanlar ufak bir müzakereden sonra, bir gün sonra saraya gelmemi söylediler. Ertesi sabaha kadar uyuyamadan, bekler bir halde kaldım. Sabah oldu. Âlimle beraber saraya gittik. Bizi son derece süslü bir salona aldılar. Ortadaki büyük perde salonu ikiye ayırmakta idi. Ben perdenin orta hizasındaki sedire oturtuldum. İhtiyar âlim yanımda yer almıştı. Diğer sedirler ve sandalyeler yardımcılar ve bakanlar tarafından doldurulduğu gibi, büyük bir kalabalık da salona ve avluyu doldurmakta idi.
İpek elbiselerin hışırtısı, insana sarhoşluk veren güzel kokular, Aşk Aynası’nın ve yanındakilerin salona girdiğini belli ediyordu. Bir müddet geçti. Perde kaldırıldı. Yüksek bir sedir üstünde oturmuş olan Aşk Aynası’nın yüzü peçeli idi. Etrafında yüzlerce melek yüzlü kadın hizmetçiler yer almış, eller göğüste, büyük bir hürmetle ayakta duruyorlardı.
Kız uzun müddet dikkatle beni süzdü. Sanki söz söylemeye cesaret edemiyordu. Nihayet, hiçbir müzik veya sesle ölçülemeyecek, gayet hoş ve kulak okşayıcı sesle söyle söylemeye başladı:
- Ey Genç! Gel, bu sevdadan vazgeç. Suallerime cevap veren olmadı. Cevap verecek gücü kendisinde bulanlar ise, bana kavuşmaya ihtiyaç duymazlar. Beni arzu edenler ise bu cevabı asla veremezler.
Ben:
- Ey Bânû! Ben vatanımdan ayrılırken ‘’Ya sevgili, ya ölüm’’ diye ahdetmiştim. Ey Aşk Aynası! Ben sensiz yaşayamam.
Bânû:
- Ey Genç! Yazık! Eğer mümkün olsa sana kayıtsız ve şartsız varırdım. Ne yazık ki, bu mümkün değil. Zira birbirimize kavuşmaya karşılık, ikimizde yok oluruz.
Ben:
- Ey Bânû! Üzme, merhamet et! Suallerini sor, dedim.
Aşk Aynası bir ah çekerek:
- Peki! İyi dinle ey Genç! Birinci olarak, elif mi noktadan, yoksa nokta mı eliften çıktı? İkinci olarak, ne vakit oldu? Üçüncü olarak, elifle noktanın bir olduğunu canlı bir şekilde ispat edebilir misin?
Bu suallerin sonunda yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eşsiz güzellikleri yüzü görünce, göz kamaştırıcı seyrine dayanamayarak ‘’Allahu Ekber’’ feryadı ile düşüp bayıldım.
Gözümü açtığım zaman Aynalı Baba, güldürücü bir tavırla söyleniyordu:
- Elif üstün e; elif esre i; elif ötre ü... İste bir alay sual daha! Elif nasıl olur da hareke kabul eder? Elife hemze demekle iş halledilebilir mi? Ya! Bu ‘’Elif-ba’’ meselesi de amma çetin şey! Okumayı öğretecek öğretmen çok. Lâkin içlerinde ‘’Elif-ba’’ bilen yok. Diyordu.
Biraz sohbetten sonra, ertesi günü birleşmek kavil ve karar ile vedalaştık. Aynalı’dan ayrılmıştım.

LEYLASIZ MECNUNLAR

Dünkü kararımız gereğince, bugün yine ikindiye doğru birleşmiştik.Aynalı, cezvesini ispirtoluğa koydu. Şuradan buradan konuşuyor ve kahvesini içiyordu.
Bugünkü hayalim, dün kesilmiş olduğu yerden başlamıştı. Ben bayılmıştım. Aşk Aynası dahi, benden sonra bir ah çekerek olduğundan onu saraya, beni de kaldığım yere getirmişler. Kendime geldiğim zaman yol arkadaşım büyük âlim, yüzüme gülerek bakıyordu. Ben karar vermiştim. Eğer suallere cevap veremezsem intihar edecektim.
Büyük âlimle sualleri tekrar ettim ve bunların cevaplarını, vereceğimi sordum. Dedi ki:
- Oğlum! Bu suallerin cevaplarını, delilik geçidinde oturanlar bilir.
Ben:
- Ee, güzel! Bu Memleket ne taraftadır?
Âlim:
- Her tarafta.
Ben:
- Anlayamadım!
Âlim:
- Oğlum! Delilik geçidi adında, belli bir yer yoktur. Dünyanın her tarafında delilik geçidi bulunur.
Ben:
- Peki, bu geçitleri nasıl bulacağız?
Âlim:
- Bundan kolay bir şey yok. Hazırlanınız. Yarın yola çıkarız ve ararız.
Ertesi gün yola çıktık. Üç ay birçok şehir ve kasabaları boş yere dolaştık. Delilik geçidi demeye değer bir yer bulamadık. Artık ümidimi kesmeye başlamıştım.
Bir gün yine, dışardan büyüklüğü belli olan kocaman bir şehre vardık. Lâkin vakit çok geç olmakla kale kapıları kapalı olduğundan kale duvarlarına bitişik mezarlık yanında çadır kurduk. Seferin verdiği yorgunlukla erkence uyumuş ve pek erkence uyanmıştım. Şafak başlamıştı. Âlimle kahvemizi içerken mezarlıktan bir kahkaha işitiliyordu. Kahkahanın sonunda diyordu ki:
‘’Yeri belli olmayan iki yer var ki, oturacak yer ortasıdır. Bunlardan biri ‘hayret geçidi’, öteki de ‘delilik şehri’dir.’’
Âlim sevinerek:
- Evladım! İste delilik şehrini bulduk. Kalk haydi, orada oturanlarla tanışalım ve görüşelim, dedi.
Kalktık. Mezarlığa girdik. Yedi kişi birer mezar üzerine halka şeklinde oturmuşlardı. Bunlardan birisi, bizimde işittiğimiz kahkaha ve şiirden uyanmış gibi görünerek:
- Hey! Ne var? Ezan mı okunuyor? Dedi.
Âlim, bunun hayrete dalmış bir kimse olduğunu söyledi. Diğer birisi ise birinciye karşılık olarak:
‘’ Bizim memleketimize zan ve şüphenin gürültü ve patırtısı giremez. Orada ne biliş var, ne akıl var, nede çeşitli ilimler vardır.’’
Bunu işiten diğer bir tanesinin:
- İmam ‘’ Kul yâ eyyühe’l-kafirûn ‘’ suresini mi okuyor? Demesi üzerine diğer birisi:
‘’ Akıllı kimseye âlemde deli denilmesi ne garip şeydir. Akla delilik denmesi, ne kadar boş laf, ne kadar kuruntu ve ne kadar masaldır.’’ dedi.
Diğer birisi:
- Sanırım bülbül ötüyor.
Başka birisi:
- Hayır, çorba tenceresi kaynıyor.
Bir başkası:
- Ne buyurdunuz? Kahve cezvesi mi taşmış?
Öteki:
- Dalga sesi olmalı.

Sonuncusu:
- Helvacı bağırıyor galiba. Biraz alsak.
‘’ Ah! Bütün hallerde, yine kendini zevk ederek, böbürlenenler, ‘Hep grup, kendi yanlarında olan ( din ve kanaat)la böbürlenicidirler.( el-Mü’ninûn süresi, âyet:53) ayeti ile işaret edilen durumu kendilerine mühür yapmışlar.’’
Birisi bağırıyordu:
- Ne odur, ne budur, ne de şudur.
Hepsi sustular. Biz âlimle beraber birinin huzuruna vardık. Tam bir edeple elini öpmek istedik. Güldü ve:
‘’ Eğer maksadın öpmekse, git, Hacer-i Esved’i öp. Kendi varlığını bir ‘’hiç’’ durumuna getirmiş kimsenin elini öpmek için, kendi varlığından sıyrılmış bir durumda olmak gerekir. Dar ve sınırlı sözlerle can ve ruh kucaklanıp kavranabilir mi? Öpmek için dudak değil, ta gönülden gelen bir ‘’ah’’ gerekir’’ dedi.
Diğer birisine yaklaştım. Ben:
- Ey bütün bilgileri kendinde toplamış hikmet sahibi kimse! Söyleyeceklerimizi...
Der demez uzun bir kahkaha kopardı ve:
‘’Körün adını arif koyarak, görenin ismine deli denildi. İlim, nice efsaneler sayıp dökmüş iken, gerçek ilim ve irfana denildi.’’ dedi.
Bir üçüncüye müracaat ettik. Ziyaretimizin sebebini söyleyerek şefaatçi olmalarını temenni ettik. Durmadan yalvarıyordum. O da dinler gibi görünüyordu. Sözümü keserek cevabını bekledim. O vakit:
- Yağmur mu yağıyor? A! Fakat isteyen var, istemeyen var. İsteyen ve istemeyen var. Ne isteyen, ne de istemeyen var. Acaba ‘’var’’ ne demek?
Bunlarla konuşamayacağımızı anladık. Bir köşeye çekildik. Âlim, ‘’Sabır, dur bakalım.’’ diyordu. Bir tanesi bize doğru yaklaşınca ‘’Hah’ İşte şimdi görüşebileceğiz.’’ diye yanaştım ve gelen zata:
- Beyefendim! Hoş ve safa geldiniz, dedim.
Gelen:
- A! A! Safa gelmedim.
Ben:
- Efendim, isminiz?
Gelen:
- Her dakika değişir.
Ben:
- Şu halde, kimsiniz efendim?
Gelen:
- Ben ne bileyim. Eğer bilsem burada aşçılık mı ederdim!
Ben bütün bütün ümitsizliğe düşmüştüm. Lâkin âlim sabır tavsiye ediyor ve ‘’Bunlara bizim emel ve maksadımız malumdur. Dur bakalım. Birkaç gün burada kalır, perhiz yaparız. Zaman aynası ne gösterir.’’ dediğinden gereğini yaptık. Ben esasen zevk ve iştihadan kesilmiş olduğum için yirmi dört saatte birkaç zeytinle yetiniyordum. Bu hal üzere otuz dokuz gün geçti. Tam kırkıncı gün delilerden birisi diğerini çağırdı. Bu, hayrete dalmış bir kimse idi. Hepsi yarım ay şeklinde halka oldular. Deli ortaya oturmuş; hayrete dalmış kimse, tam karşısına rastlıyordu. Hepsi bir müddet kendilerinden geçip dalgın bir halde kaldılar. Sonra deli ve hayrete dalmış kimse arasında konuşma başladı. Deli:
- Ey hayrete dalmış! Okudun, yazdın ve manasını da anladın. Manayı nasıl anladın?
Hayrete dalmış:
- Elif-ba ile.
Deli:
- Mana ne demektir?
Hayrete dalmış:
- Birinin iki, ikinin bir olmasıdır.
Deli:
- Bunun ismi nedir?
Hayrete dalmış:
- Kelime-i tevhid yani ‘’La ilâhe illallah’’ diyerek Allah’ın bir olduğuna inanmaktır.
Deli:
- Bir nasıl tevhit olur yani birin bir olduğunu nasıl söylenir? Bir, bölünebilecek durumda, birden fazla şeylerden mi meydana gelmiştir?
Hayrete dalmış:
- Hayır. Bir, basit olup bölünme kabul etmez.
Deli:
- Öyle ise bir, nasıl iki olur ve tevhitte neden iki taraf vardır?
Hayrete dalmış:
- İki tarafın birisi ikrar yani kabul, diğeri de inkârdır yani kabul etmemektir. İnkârın varlığı, ikrarın gölgesidir. Bu sebepten dolayı iki tarafın aslı birdir. Eğer taraf olsa, o vakit ikilik olabilirdi.
Deli:
- Ya! Buna ne derler?
Hayrete dalmış:
- Bunun üç ismi vardır: Birincisi yaratma sanatı, ikincisi görünüp bilinme cilvesi, üçüncüsü vahdet yani tek olma oyuncağı.
Deli:
- Bu ne zaman olmuştur?
Hayrete dalmış:
- Zaman, inkâr ile ilgili taraftır. Var olmakta zaman olmaz ki! An olur.
Deli:
- Pekâlâ, an dediğin nedir?
Hayrete dalmış:
- Sırf inkârdır. Sırf yokluk, ikrarda zamansızlık demektir. Farkta da yani ikrarla inkârın arasını ayırt etmekte de mutlak zaman demektir.
Deli:
- Elif-ba ne demek?
Hayrete dalmış:
- Kâinattaki olaylardır.
Deli:
- Hangi harf asıldır?
Hayrete dalmış:
- Elif.
Deli:
- Neyin aslı? Varlığın mı, olayların mı?
Hayrete dalmış:
- Varlığın olamaz. Olayların.
Deli:
- Elifin aslı ne?
Hayrete dalmış:
- Nokta.
Deli:
- Varlık dediğin, elif mi, nokta mı?
Hayrete dalmış:
- Nokta, sessiz varlık. Elif ile dile gelir.
Deli:
- Ya! Demek varlık iki türlü mü?
Hayrete dalmış:
- Hayır. Elif ve nokta birdir.
Deli:
- Öyle ise, elif nasıl meydana geldi?
Hayrete dalmış:
- Bu, söze sığmaz bir meseledir.
Deli:
- Öyle ise bir örnek göster.
Hayrete dalmış:
- Örneği, zaman ve mekân kaydından uzak olanlar anlar.
Deli:
- Örneğin sermayesi nedir?
Hayrete dalmış:
- Arı.
Deli:
- Arı ne yapar?
Hayrete dalmış:
- Balı sevdirmek için.
Deli:
- Ya başka ne yapar?
Hayrete dalmış:
- Balmumu yapar, bildirmek için.
Deli, son derece memnun olarak:
- Allah mübarek eylesin. Ey ariflerin tacı! Hayret geçidi de senin, delilik geçidi de senin. Son bir sualim var, örneğini göster dedi.
Ben hayretten hayrete düşüyordum. Çünkü Aşk Aynası’nın soruları tamamen bu soru ve cevaplarla halledilmişti. Lâkin kalbimin içinde ne Aşk Aynası, ne de bir resim... hiçbir şey kalmamıştı. Aşk Aynası, benim gönlüm olmuştu. Evvelce içim dış iken, şimdi dışım içim olmuştu. Ben şimdi tam manasıyla seviyordum. Ben, benimle sevgilime kavuşmuştum.
Ben bu ruhi haller içinde iken, hayrete dalmış cebinden balmumu parçası çıkardı. Orada olanlara göstererek:
- Ey cemaat! İşte nokta, dedi
Sonra nefesi ile ısıta ısıta uzattı ve:
- İşte elif, dedi.
O vakit deli ayağa kalktı ve:
- Elifin başka ismi varsa söyle, dedi.
Hayrete dalmış olan:
- Evet vardır. Lâkin kulağına söyleyeyim, dedi.
Yaklaştı. Bir şeyler fısıldadı. Birbirlerini kucakladılar. Sonra bana hitap ederek:
- Ey genç! İşte şimdi Leylasız Mecnun oldun. Çünkü Mecnun, Leyla oldu. Aradan Leyla da çıksa, o vakit elifin kulağıma söylenen ismini de öğrenebilirsin dedi.
Ben, sonsuz zevk ve sevinç içinde gözümü açtım. Koca Aynalı da, o yanık davudî sesi ile:
‘’ Leylası ilâhi kudretin yeni bir cilvesi ile Mevlâ olan kimseye hiç Mecnun denilir mi?’’ diye okuyordu.

Çevrimdışı rmelihr

  • 2. SINIF UYE
  • ****
  • İleti: 8.225
  • Puan 1951
  • Cinsiyet: Bay
  • WWW.OYUNSİTENİZ.COM
    • ICQ Messenger - 160
    • Profili Görüntüle
A'mâk-ı hayal--Filibeli Ahmed Hilmi
« Yanıtla #1 : 01 Haziran 2008, 14:04:35 »
PAYLAŞIM İÇNİ TEŞEKKÜRLER