Gönderen Konu: Peygamberimizin Mekke Devri-2  (Okunma sayısı 545 defa)

Çevrimdışı weathered

  • 4.SINIF UYE
  • **
  • İleti: 1.909
  • Puan 65
  • Cinsiyet: Bay
  • OyunSiteniz.Com
    • Profili Görüntüle
Peygamberimizin Mekke Devri-2
« : 07 Aralık 2008, 09:39:53 »
İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için ve rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma çağırdı. Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum kaldılar.

Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve O’na düşmanlık gösteren müşrikler, önce alay etmeye başladılar. Bir araya toplanıp O’na; kâhin, mecnûn, şâir, deli, sihirbâz diyelim şeklinde karar almak istediklerinde, bunların hiçbirinin Muhammed, aleyhisselâmda bulunmadığını yine kendileri îtirâf ediyorlardı. O’na bir şeyler söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velid bin Mugîre şöyle diyordu: “Hayır o kâhin değildir. Biz, kâhinleri gördük. O’nun okuduğu ne kâhin fısıltısı, ne de uydurma şeylerdir. Kâhinler hem doğru hem yalan söyler. Biz Muhammed’de hiçbir yalan görmedik. O mecnun, deli de değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, O’nda böyle bir hal yoktur. O şâir de değildir. Biz şiirin her çeşidini iyi biliriz. O’nun okudukları bunlardan hiçbirine benzemez. O, sihirbâz da değil! Biz sihirbâzları gördük. O’nun okudukları sihirbâzların okuyup üfürmelerine ve düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor.”

Çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mâni olmaya kalkışan müşriklerin ileri gelenleri, insanları Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyetleri dinlemekten men ederlerdi. Kendileriyse geceleri gizlice Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz gece Kur’ân-ı kerîm’i dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri birbirlerini ayıplarlar bir daha böyle yapmayalım derlerdi. Ancak ertesi gece yine birbirinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi. Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi. Ancak nefislerine uyup, üstünlük taslayarak ve diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha birçok boş düşüncelere kapılarak îmân etmediler. Üstelik başkalarına da mâni oldular. Sokaklarda, “Muhammed sihirbâz.” diye bağırdılar.

İslâm nûrunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler, artık alay etmekten de öteye, Müslümanlara işkence yapmaya başladılar. Muhammed aleyhisselâmın kapısının önüne pislik dökmeye, kapısına kan sürmeye, geçeceği yollara diken dökmeye başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Mekke’ye dışardan gelenlere İslâmı anlatarak dâvet ederken, peşinde dolaşıp; “Yalan söylüyor, inanmayın.” diyerek taşkınlık gösterirlerdi. İlk Müslüman olanlardan, önce zayıf ve kimsesizlere sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya başladılar. Bütün bunlarla insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını aksine, İslâmın günden güne yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular.

Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine, haksızlık ve ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören müşrikler, buna mâni olmak için ilk safhada başvurdukları şeylerin sonuç vermediğini gördüler. Hattâ ileri gelenleri toplanıp Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’e giderek; “Ey Ebû Tâlib! Biz senden kardeşinin oğlunu susturmanı, O’na engel olmanı istiyoruz. Ya O’nu bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan birisi yok oluncaya kadar O’nunla da seninle de çarpışırız... Bundan vazgeçsin ne isterse vereceğiz...” dediler. Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini Muhammed aleyhisselâma nakletti. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm; “Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ, ay’ı da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda cânımı fedâ ederim.” dedi. Bu sözleri dinleyen Ebû Tâlib Sevgili Peygamberimizin boynuna sarılarak; “İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni aslâ herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim...” dedi. Ebû Tâlib’in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve aslâ yalnız bırakmayacağını anlayan müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını görerek bizzat Muhammed aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler: “Eğer mal toplamak istiyorsan sana istediğin kadar verelim. Hükümdâr olmak istiyorsan seni kendimize hükümdâr yapalım. Daha her ne istiyorsan yapalım, verelim. Yeter ki bu dâvâdan vazgeç.” Peygamber efendimiz müşriklere şöyle cevap verdi: “Sizin söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur. Ben, size mallarınızı istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdâr olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap da indirdi. Îmân ederseniz Cennet’le müjdeleyici, isyânınızdan dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim. Size öğüt de verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyi alır, kabul ederseniz o, dünyâda ve âhirette nasîbiniz ve saâdetiniz olur. Onu reddederseniz Yüce Allah aramızda hükmü verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna katlanmak benim vazîfemdir.”

İnkârlarında ısrâr eden müşrikler bu teşebbüslerinden de netice alamayınca işi zulüm ve işkence safhasına döktüler. Muhammed aleyhisselâma kastetmeye karar verdiler. Başları Ebû Cehil şöyle dedi: “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman bir taşı alıp, O secdeye kapandığı zaman başının üzerine bırakacağım.” Diğer müşrikler de; “Sen istediğini yap seni destekleyeceğiz” dediler. Ertesi günü beklediler ve Muhammed aleyhisselâm Kâbe’ye gelerek namaza durdu. Secdeye vardığı sırada Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı. Fakat yaklaşır yaklaşmaz, büyük bir korkuyla, perişân bir halde, geri kaçtı. Ellerinin canı kesildi ve taş yere düştü. Bu hâli gören ve merakla seyreden müşrikler; “Ne oldu sana?” dediklerinde Ebû Cehil; “Bir benzerini görmediğim zaptedilmez bir arslan beni parçalamak üzere üstüme yürüdü.” dedi. Ebû Cehil birkaç kere böyle yapmak istemişse de aynı durumla karşılaşmıştı.

Bu ve buna benzer mûcizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir kısmı da düşmanlıkta ısrar ediyordu. Bundan başka müşriklerin Muhammed aleyhisselâma saldırdıkları, bâzan da mübârek yüzünü, başını yaraladıkları oluyordu. Diğer taraftan Müslüman olanlara yaptıkları işkenceler görülmemiş bir vahşet hâlini almıştı. Yapılan işkencelere dayanamayarak vefât eden Yâsir radıyallahü anh ve Ebû Cehil tarafından karnına mızrak saplanarak şehit edilen Yâsir’in (radıyallahü anh) hanımı Sümeyye Hâtun İslâmda ilk şehitler oldular.

Peygamber efendimiz ilk Müslümanların ağır işkencelere uğramaları ve zulüm altında zor duruma düşmeleri üzerine “Siz Habeş ülkesine gidiniz, Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar.” buyurdu. Bi’setin (Peygamberliğin) beşinci yılında (M. 615) Eshâb-ı kirâmdan 10’u erkek, 5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kâfile Mekke’den Habeşistan’a hicret ettiler. Bi’setin altıncı yılında Hamza’nın, sonra da hazret-i Ömer’in îmân etmesi üzerine Müslümanların durumu bir miktar kuvvetlendi.

Habeşistan’a hicret eden ilk kâfilenin, hükümdâr Necâşî tarafından iyi karşılanması üzerine, Peygamberimiz, müşriklerin baskı ve işkencelerine mâruz kalan Müslümanlardan ikinci bir kâfileyi de bi’setin yedinci yılında (M.617) Habeşistan’a gönderdi. 80’i erkek, 10’u kadından meydana gelen bu kâfile de Habeşistan’a hicret etti. Bu arada İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her yola başvuran müşrikler, Peygamber efendimize çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil olan âyetler okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mûcizeler karşısında şaşırıyorlardı.

Her şeye rağmen Müslümanların sayısı artıyordu. Bunu engellemek için çeşitli yollar deneyen müşrikler, Müslümanları muhâsara altına almaya, başta ticârî olmak üzere onlarla olan bütün münâsebetlerini kesmek üzere karar aldılar. Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan hiçbir şey satın almamaya yemin ettiler. Bu anlaşmalarını bir kâğıda da yazarak Kâbe içine astılar. Müslümanlar ise Şi’b-i Ebî Tâlib (Ebû Tâlib mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı. Müşrikler bu mahalleye yiyecek, içecek dâhil hiçbir şey sokmuyorlardı. Oradan, birşey satın almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek içecek satmak için gitmek isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı. Bu mahallede muhâsara altına alınan Müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları için şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı. Sâdece hac mevsiminde dışarı çıkabiliyorlardı. Ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey satın almak istediklerinde müşrikler, tüccarlardan, fiyatlarını çok yüksek tutmalarını istiyorlardı. Bu sebeple Müslümanlar fazla bir şey satın alamıyorlardı. Bâzıları yiyecek bulamadıkları için ağaç yaprakları ile açlıklarını gidermeye çalışıyor, küçük çocuklar açlıktan feryad ediyordu. Müslümanlar içinde zengin olanlar sıkıntıya düşenlerin ihtiyâcını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı. Ancak bu da kâfi gelmemişti.

Üç sene boyunca devâm ettirdikleri bu zulümle Müslümanlara iyi bir ders verdiklerini zannedip İslâmiyetin yayılmasının duracağını ümid eden müşrikler, İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice çıldırdılar. Allahü teâlâ, müşriklerin anlaşmalarını yazarak Kâbe içine astıkları sahîfeye bir güve kurdu musallat etti. Güve, o sahîfede bulunan; “Bismike Allahümme” ibâresi hâriç diğer kısmını tamâmen yiyip bitirdi. Bu husus Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiyle bildirildi. Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû Tâlib’e bildirince, Ebû Tâlib müşriklere gidip; “Kardeşimin oğlunun bana haber verdiğine göre, Allah sizin Kâbe’de astığınız sahîfeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı hâriç o sahîfede zulüm, akrabâlarla münâsebeti kesme ve iftirâ olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir. Kâbe’ye gidip bakınız. Bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz.” dedi. Kâbe’ye gidip astıkları sahifeyi gerçekten bir güve kurdunun yiyip bitirdiğini gördüler. Bu hâdise karşısında şaşıran müşrikler bâzı ileri gelen kimselerin de böyle bir uygulamadan vaz geçtiklerini bildirmeleri üzerine bi’setin onuncu yılında bundan tamâmen vazgeçmek zorunda kaldılar. Fakat düşmanlıklarını günden güne şiddetlendirip, İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her türlü yola başvurdular. Halbuki İslâmiyet süratle yayılıyor, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm câhiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları hakîkî saâdete kavuşturuyordu. Bu saâdetle şereflenen insanlar da kavuştukları büyük nimete şükrediyorlar, müşriklerin hakâret ve işkenceleri karşısında aslâ yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerini ve Müslümanların dinlerindeki sebâtını gören nice gönüller İslâm nûru ile aydınlanıyordu.

Müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları üç senelik abluka sona erince Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hıristiyan Ruhban Mekke’ye geldi. Bunlar daha önce Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan İslâmiyetle ilgili duydukları şeyleri bizzât mahallinde görmek ve araştırmak üzere Mekke’ye gelmişlerdi. Kâbe yanında Peygamber efendimizle görüşen bu Hıristiyan kâfilesi, Kur’ân âyetlerini dinleyip çok ağladılar. Öyle ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı. Sordukları her soruya verilen cevaplar karşısında son derece memnûn kalıp, Sevgili Peygamberimizin kendilerini İslâma dâvet etmesi üzerine büyük bir şevkle sevinç gözyaşları dökerek Müslüman oldular. Bu hâllerini görerek kendilerine çeşitli hakârette bulunan Ebû Cehil’e ve diğer müşriklere aslâ aldırış etmediler; “Bize yaptığınız câhilliği biz size yapamayız ve bize nasîb olan hak dinden aslâ dönmeyiz.” dediler.

Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu Kâsım ve bir müddet sonra da diğer oğlu Abdullah, küçük yaşta, vefât ettiler. Yine bi’setin onuncu yılında Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib ve ondan birkaç gün sonra da hanımı hazret-i Hadîce vefât etti. Ard arda ortaya çıkan bu ölüm hâdiselerinden dolayı bu seneye Senet-ül hüzün (hüzün yılı) denildi. Bu vefât hâdiselerine çok sevinen müşrikler, sevgili Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı öncekinden daha şiddetli davranmaya başladılar. Ebû Tâlib hayattayken onun himâyesinden çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed aleyhisselâma ve Müslümanlara yaptıkları tecâvüzleri kat kat arttırdılar.

Mekke ahâlisi îmân etmiyor ve Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceyi arttırıp, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Kimse îmân etmediği gibi alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Üzüntülü ve yorgun bir şekilde geri dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde istirâhat edip yaralarını, kanlarını sildiler. Muhammed aleyhisselâm daha sonra Mekke’ye doğru gitmekte iken, başının üzerinde kendisini gölgeleyen bir bulutu ve biraz sonra da Cebrâil aleyhisselamı gördü. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, şüphesiz ki, Allahü teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti. (Bir melek göstererek) Şu melek, Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir. Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin.” dedi. Dağlara müvekkil melek (Mekke’nin iki tarafında bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağlarını göstererek); “Yâ Muhammed! Eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret, kavuşturayım!” dedi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz; “Hayır! Ben insanlara rahmet olarak gönderildim. Allahü teâlânın, bu müşriklerin sulbünden, îmân edecek, Allah’a şirk koşmayacak bir nesil çıkarması için duâ ederim.” buyurdu.

Peygamber efendimiz Tâif’ten Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan Nahle adındaki bir yerde bir müddet istirâhat etti. Bu sırada namaza durmuştu. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken O’nun okuduğu Kur’ân âyetlerini duydular ve durup dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle görüşüp Müslüman oldular. Muhammed aleyhisselâm onlara; “Kavminize varınca benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin, onları îmânâ dâvet edin.” buyurdu. O cinnîler kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresinde bildirilmektedir.

Resûl-i ekrem efendimizle Zeyd bin Hârise bu hâdiseden sonra Mekke’ye yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızıümmü Hâni’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümmü Hâni, o zaman îmân etmemişti.

Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, saadete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.

O anda, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın dâveti üzerine Muhammed aleyhisselâmı Mirac’a götürdü. Gökleri aştı, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamayan şekilde Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı, Kürsî’yi gördü. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görüp konuştu.

Hicretten bir sene önce 13 Temmuzda Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye “Peygamberimizin “Mîrâcı” denir. Resûlullah Mîrâca rûh ve bedeniyle uyanıkken çıktı. “Beden ile gittim.” buyurdu. Peygamber efendimize Mîrâc gecesinde nice ilâhî hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Mîrâc Kur’ân-ı kerîm’de İsrâ sûresinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.

Peygamber efendimiz, müşriklerin şiddetle karşı çıkmalarına ve istememelerine rağmen, bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak insanları İslâma dâvet etti. Mekke her yıl hac mevsiminde uzaktan, yakından gelenlerle dolup taşardı. Peygamberimiz bu mevsimde kurulan panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap kabîlelerine İslâmı anlatır ve onları îmâna dâvet ederdi. Müşrikler ise hep mâni olmak için uğraşırlardı.

Peygamber efendimiz bi’setin (peygamberliğin) on birinci yılında hac mevsiminde Mekke’nin yakınında bulunan Akabe’de Medîne’den gelen altı kişiyle karşılaştı, onlarla görüştü. Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu ve İslâma dâvet etti. Medîne’deki Hazrec kabîlesinden olan bu altı kişi Peygamberimizi dinledikten sonra hemen îmân ettiler. Bu altı kişi ilk Medîneli Müslümanlardır. Bundan bir sene sonra bi’setin on ikinci yılında yine hac mevsiminde 12 Medîneli, Peygamber efendimizin dâvetini kabûl ederek Müslüman oldular. Allah’a şirk koşmayacaklarına, zinâdan, hırsızlıktan sakınacaklarına, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allah’a ve Resûlüne itâat edeceklerine dâir kesinlikle söz verdiler. Bu hâdiselere ilk Akabe bîatları denilmiştir. Medînelilerin yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu. Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve Kur’ân-ı kerîm’i öğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyr’i, muallim olarak onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Bu sıralarda Medîne’deki Müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı. Mus’ab bin Umeyr’in üstün gayretleriyle Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîlelerinden hemen hemen Müslüman olmayan kalmamıştı. Az zamanda İslâmiyetMedîne’de yayıldı. Peygamber efendimiz Medîne’deİslâmın bu şekilde süratle yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye Sevinç Yılı denildi. Bu seneden sonra peygamberliğin on üçüncü senesinde yine hac mevsiminde Medîne’den 73 erkek 2 kadın olmak üzere 75 kişi Akabe’de gece yarısı Sevgili Peygamberimizle görüştüler. Resûlullah efendimiz onlara; “Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim O’nun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin emirlerini yerine getireceğinize, bana itâat edeceğinize, hiçbir şeyden çekinmeden Allah yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, kendi nefsinizi ve nâmusunuzu koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza söz veriyor musunuz?” buyurdu. Bunu seve seve kabûl ettiklerini bildiren Medîneliler; “Yâ Resûlallah, senin uğrunda ölürsek bize ne var?” diye sordular. “Cennet var.” buyurunca, Resûlullah efendimizin elini tutarak bîat ettiler. Peygamberimiz bunların içinden Medîne’nin ileri gelenlerinden, okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci olarak seçti. Bu temsilciler; “Allah’a hamd olsun ki; bizi Muhammed aleyhisselamın sevgisiyle ve O’na îmân etmekle şereflendirdi. Allah’ın ve Resûlünün dâvetini kabul ettik, dinledik ve boyun eğdik.” diyerek sevinçlerini ve teslimiyetlerini ifâde ettiler.

İkinci Akabe bîatıyla Medîne, Müslümanların rahat edecekleri ve sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bîatını duyan Mekkeli müşriklerin Müslümanlara tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hal aldı. Müslümanlar durumlarını arzedip hicret için izin istediler. Peygamber efendimizin; “Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)dir. Oraya hicret ediniz. Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Yüce Allah onları size kardeş yaptı ve Medîne’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı.” buyurarak Mekke’deki Müslümanların Medîne’ye hicret etmelerine izin vermesi üzerine, bölük bölük Medîne’ye hicret ettiler.

Mekke’de hapsedilen veya işkence altında bulundurulan yâhut da hastalık gibi sebeplerden dolayı yola çıkamayanlar, sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den başka Müslümanlardan kimse kalmayıp Medîne’ye hicret ettiler.

Müslümanların Mekke’den hicret etmesi üzerine müşrikler harekete geçip ne yapacaklarını kararlaştırmak üzere, kendilerince önemli saydıkları işleri görüştükleri Dar’ün-Nedve denilen yerde toplandılar. Bu sırada şeytan Necdli bir ihtiyar kılığında yanlarına geldi. Ebû Cehil; “Muhammed’i öldürelim” deyince; “İşte bu adamın dediğini yapınız” dedi. Bunun üzerine müşrikler bu kararda birleştiler. Her kabîleden birer kişi olmak üzere 40 kişi seçtiler. Bunlar gece vakti evini sarıp sabahleyin evden çıkarken Sevgili Peygamberimizi öldürmek üzere harekete geçtiler. Cebrâil aleyhisselâm gelip Sevgili Peygamberimize bu durumu ve hicret etmesi için izin verildiğini bildirdi. Resûlullah efendimiz o gece hazret-i Ali’ye yatağına yatmasını ve kendisine bırakılan emânetleri sâhiplerine vermek için Mekke’de kalmasını söyledi.

Resûlullah, müşriklerin ellerinde kılıçlarla gece evinin etrâfını sardığı sırada, üzerlerine bir avuç toprak serpti ve Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyarak evden çıkıp müşriklerin arasından geçti. Bekleyenlerin hiçbirisi onu göremedi. Ebû Bekr ile Sevr Dağına çıkıp üç gün orada bir mağarada gizlenip sonra Medîne’ye hicret ettiler. O gece evinin etrafında bekleyen müşrikler sabaha doğru eve girince Ali radıyallahü anh ile karşılaştılar. Muhammed aleyhisselâmın Mekke’den ayrıldığını anlayarak tâkibe koyuldular. Ancak Resûlullah’ın mûcizeleri karşısında âciz kalıp bulamadılar.

Peygamber efendimizin bi’setin on üçüncü yılında 12 Rebîulevvel de, Mîlâdi 622 senesinde Medîne’ye hicretiyle on sene süren Medîne devri başladı.