Yağmut bitti dağılın;İSLAM ÇUPİ
--------------------------------------------------------------------------------
Nasıl da akıp gidiyor zaman... Üç yıl olmuş İslam usta göçeli... Hemen aklıma iki tümcesi geliyor, sıkı iki tümcesi; ‘Ağlayanı olmayan büyük bir ölüdür İstanbul şimdi!’ ve "Gazetecilikte ihtisaslaşma da yoktur branş da... Bunlar, aynı insanların aynı olaylara baka baka körleşmesi demektir." İslam Çupi, nerede olursa olsun, içimizde, yanı başımızda... İnadına ‘aşkıyalığıyla...’
"Taraftar Fenerbahçeliliğim" diye yazmıştı İslam Çupi, "okullardaki çalışkan öğrenci olarak geçti. İçimde yavaş yavaş uç veren edebiyat sevgim büyük maçlardan önce elime Steinbeck, Caldwell, Istrati gibi yazarların çevirilerini okutur, beni sessiz sedasız tribünün en tenha köşesine çörekletir, herkes maç öncesi kıyametlerin taşkını başlığını yaparken, ben romandan alma suskun bir heykel diye, saate ve kireçlenmekte olan boş sahaya bakardım, arada sırada. Bana hayatım boyunca ‘İyi ki olmuşum’ dedirtecek kanaryacılığım daha sonra futbolda bulunmaz bir insan ve olay müzesi açacak ama Fenerbahçeliliğim sokağa taşan bir gerilla figürü olmak yerine ılımlı sükût yemiş bir portre olarak vücuduma asılacaktı..."
İnsanın dışında kalmış gazeteler
Bir şarkının notalarına sızmamış, oradaki sıcaklığı yakalamamış insana şaşarım tıpkı senin "Her şeyi ile kurumuş, nefes almaz, dostluk bilmez, her organı ile makineye teslim olmuş o insanlara nasıl gazeteci dersiniz?" sorusunun ardına sakladığın kızgın şaşkınlığındaki gibi; "Bu kadar insanın dışında yaşayan, olayın uzağında çöreklenmiş gazeteler, yığınla stajyer ordusuyla, başsız, lidersiz, iyi antrenörden yoksun kalabalıkla Cağaloğlu’ndaki kaliteyi nasıl yakalayacaksınız?" (İslam Çupi, yıllar sonra ‘plaza’larda çalışmak zorunda kalmıştı. İşe giderken, soranlara şöyle dermiş: Center ******r’e gidiyorum).
Alıntılamaya çalıştığım cümleler, onun 2000 yılında Gazeteciler Cemiyeti Ödülü’nün aldı ‘Namık Sevik’i Yeniden Anarken’ başlıklı yazısındandı. Onun insan ilişkilerinin sıcaklığında görmeye çalıştığı "aktıkça çoğalan sularda" aradıklarımızdı belki; "Topkapı’da oturmama rağmen Kadıköy’ün, Fenerbahçe Stadı’nın ve kulübünün bağlık-bahçelik köşklü bir yerde olmasını, ben kendimce çok aristokrat ve ayrıcalıklı bulduğum için, ayrı bir sevgi sebebi diye o semtler bozuluncaya kadar aklımda ve gönlümde tutmuşumdur. Fenerbahçe, benim çocukluğumda futbolda tekniği öncelikli mahalle bızdıklarının gözdesiydi." Rivayet odur ki, İslam usta Çapa’da oynadığı futbolla Fenerlilerin gözdesi olmuş ama Çapa taşlığını terk etmeyi kendine yedirememiş zamanında. Bizim akıp gittiğimiz kadar zamanlarda, içimizden, içimizi aklayan bir su gibi akıp gittiği zamanlarda; "Kadıköy vapur iskelesinden indikten sonra, o tüm zamanların en büyük futbolcusu Lefter’in Ada’dan gelişini beklemek ve onunla birlikte Kadıköy toprağında birkaç adım atmak, hangi futbol hazzı ile değişilebilirdi? Can Bartu ile Birol Pekel’in çocuk halleriyle Bahariye’deki arsa top şeytanlıklarını seyretmek, hangi stat filmi ile değişebilirdi?"
Kim ne gördüyse yazıyor
Onun bize bağışladığı keyfin yazıya kattığı tadı hep duyumsadım. 2001 kışında aramızdan göçüp gittiğinde ‘Şimdi ne olacak?’ diye sormuştum kendi kendime. Sanki ‘yazın’ın ucu kaçacaktı da baba, eliyle sıkı sıkıya yapışmıştı; "Kalite çok düştü. Köşeyi ‘yakalamış’ adam yazıyor. Bu iş bu kadar basit mi? Ben sana bi şey söölim mi? Ben çok zor koşullarda çalışırdım. Şimdi ‘gece maçı’ diye bir şey çıktı başımıza, orada kim ne gördüyse irticalen yazıyor. Bu işin kalitesi giderek düştü..."
İnadına bir şeyleri savunmanın zorluğundan söz ederken, belki de içinden çıkılmaz işlerin olacağını önceden kestirmişti. Zorluğun iliklerine kadar anlamsızlıkla yoğrulmuş insan topluluğuna bir şeyleri anlatmakta olduğunu söylemişti; "... adamsızlığın kalitesizliğini had safhada çekiyor Türkiye... Ama her yerde; sinemada, siyasette, sanatta... Nereye baksan bu kalitesizliği görürsün..."
Ustanın sohbetlerinin tadını, yaşayanlar bilir. Etrafına topladığı kalabalığa -anlatmaya başladığında zaten bir dinleyici topluluğu oluşmak zorundaymış o zamanlar- anlatır anlatır, sözünün bittiği yerde de şakayla karışık bir roman ismiyle kalkarmış masadan; "Yağmur bitti, dağılın!"
Ona ilişkin, belleğime asacağım sözcüğü Metin Türel söylemişti: Onu okumak mükellef bir sabah kahvaltısı gibiydi bizim için!’
"Cağaloğlu’ndaki simitle günü geçirmek bile holdinglerde yenen lüks öğle yemeklerinden daha verimli bir ‘gazeteci tokluğu’ idi. Cağaloğlu’ndaki binaların, masasına bir daktilo yerleştirmiş tek odası bile holdinglerin kalabalık insanlı salonlarından daha çok gazeteci avazı taşardı. Cağaloğlu’ndaki kırık bir masada yazılan bir haber, Güneşli veya Bağcılar’da çıkan bir gazeteden daha değerliydi. Ne zamanı geri kuran bir saat var, ne yılları geriye şişiren bir garip takvim... Ne o gazetecilik heyecanı var, ne meslek ilkeleri ve geleneği var, ne de ağabey kardeşlik ilişkisi... Devletçiliği yavaş yavaş bırakan Türkiye bir devlet itibarı olan gazeteciliği şimdilerde ayrıcalıklı bir meslek olmaktan çıkarıp, alelâde bir vatandaş işi yapmıştır. Eski Babıâli’yi özleyenler, Namık Sevik gazeteciliğine iç geçirenler, eski dönemin geri gelmesini bekleyenler hiçbir şey beklemesinler. Bekleyebilecekleri tek şey, ölümleridir." Diye yazmıştın. Ne söyleyebilirim ki… Dağıldık, büyük usta. Yokuştan aşağı inerken birbirinin omzunu terk eden sıralar gibi dağıldık... Aşağıda daha büyük yangınlar bekliyormuş bizi. Muzaffer böğürtülerle geçiyor şimdi önümüzden çılgınlar topluluğu. ‘Çıldırmış bunlar’ diyebiliyoruz sadece; ‘çıldırmışlar!’
Son söyleşi
Vefa belki de artık yalnızca bir semtin adıydı, unutulup gitmişti sözlük anlamı. Emekbilirlik, kadirşinaslık, dostluğa saygı uzak bir ülkenin söylencesiydi belki... Yaşadığımız her karartma bir çılgınlık hali gibi duruyordu anılarımızın incelen yerlerinde. Elimizi dolaştırdığımız bir İstanbul gibi eziliyorduk incelerekten... Milliyet Gazetesi'nin bulunduğu çok katlı binasında bir masanın ucunda anlatmıştı bunları İslam usta. Şimdi yok. Üç yıl oldu göçüp gideli... O gün konuşurken, vücudunun yarısına hükmetmekte zorlanıyordu ama yine de inceliği bırakmamıştı elden. Çocukluğumuza yaptığımız yolculukta cümleyi cümleye bağlayarak zorlu bir işi başarmaya çalışıyoruz biz de... Şöyle yazmıştı İslam Çupi ‘Hey Gidi İstanbul’ adlı kitabında; "Gazetecilikte ihtisaslaşma da yoktur branş da... Bunlar, aynı insanların aynı olaylara baka baka körleşmesi demektir. Sonunda gazetecinin aynı numaralara aynı sorularla telefon etmesi, günler, aylar boyu saha denen hapishanenin içinde tutsak kalması, onun yaratıcılığına yeni pencereler açmaz... Ben gazetecilikte her türlü branş hercailiğini attım uzun uzun. Bu meslek bana çok para getirmedi ama, kendi başıma buyruk yaşayacağım bir hayat saati getirdi, kalabalıklar yığdı etrafıma, hem ölmüş, hem yaşayan... Vücudumda büyük yorgunluklar, ruhumda kocaman bir kanıksama var artık!"
O şimdi biraz Selahattin Pınar, biraz ‘Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler’, biraz Metin Oktay -İzmir’de vapurda küçücük bir çocukla karşılıklı top oynayacak kadar çocuk kalabilmiş Taçsız Kral- biraz Yusuf Tunaoğlu, biraz ‘orkestrada kırık bir keman’, biraz ‘Deniz bitti’, biraz ‘Hey gidi İstanbul’, biraz Arnavut damarı göçmen kuşların... Nerede olursa olsun, yanı başımızda, içimizde çokça anason duyarlılığıyla, erdemiyle, sevdasıyla ve haytalığıyla, inadına "aşkıyalığıyla"...