İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - m3t3d1nh0

757
BİYOGRAFİLER / Alpay </B>HAKKINDA YAZILANLAR
« : 10 Haziran 2008, 09:15:07 »
Alpay  </B>HAKKINDA YAZILANLAR

Dergâhlı şarkıcı
Cemal A. Kalyoncu Aksiyon Sayı: 418


Baba soyu, Naziki Dergahı’na dayanan ve soyadını da buradan alan sanatçı Alpay Nazikioğlu, anne tarafı ise ünlü asker sülalesi Hersekli Mehmet Ali Paşa, dolayısıyla Hüsrev Gerede ve Servet Paşa’ya kadar uzanmaktadır. Nazikioğlu; Şanar Yurdatapan, ünlü Mason Üstadı Can Arpaç’la da kuzendir

- Sizi Alpay olarak tanıdık. Soyadınızı kullanmamanızın özel bir sebebi var mı?

“Evet. Uzun bir soyadı; sonra, böyle bir işle bağdaşacak bir soyad değil. Düşünüyorum da okuldayken son derece şikayetçi idim soyadımdan. Hep yanlış kullanırlardı soyadımı ve bu hiç hoşuma gitmezdi. Büyüdükten sonra o soyadının son derece köklü bir soyadı olduğunu öğrendim. Durup dururken alınmış bir soyadı değil, bunun bir kökeni, anlamı var.”


- Neymiş anlamı peki?

“Babamın dedesine ya da dedesinin babasına neyse işte, padişah Naziki Efendi dermiş. O çok nazik bir insanmış. Soyadı kanunu çıktıktan sonra bizim aile de bunu soyad olarak almış.”

Besteci /şarkıcı Alpay’ın soyadının Nazikioğlu olduğunu çok kişi bilemedi uzun yıllar; bilmeyenlerin sayısı hâlâ da çok fazla. Çünkü Alpay, bu soyadını kullanmayı yeğlemedi.

Ailesi Naziki Dergahı’ndan

Yorumcu/besteci Alpay’ın ‘nazik bir insan’ olarak anlattığı birkaç göbek önceki büyükbabası, Naziki Dergahı’nın da kurucusudur aynı zamanda: “Padişah Topkapı Sarayı’nın yanında bir yer veriyor ona. Naziki Dergahı’nın yeri yurdu belli ama şimdi otel yapılmış oraya galiba. Ben hiç gitmedim fakat Nazikioğlu soyadının köklü, anlamlı bir soyad olduğunu öğrendiğimde hoşuma da gitti. Hatta benim kızım ‘Ben evlendiğimde bu soyadı bende kesinlikle yaşamalı’ diye düşünüyor. Kızım sonunda Naziki Dergahı’na gidecek ama ne zaman gidecek bilmiyorum.”

Günü yaşayan bir insan olduğunu söyleyerek, şeceresine dair çok fazla bilgi edinmeyen Alpay Nazikioğlu’un, Naziki Hazretleri’nin soyuna dayanan babası Turhan Cemal Bey, Devlet Demir Yolları’nda bürokrat olarak çok uzun yıllar çalışmış ve buradan emekli olmuş birisidir. Onun da babası Cemal Bey ise çeşitli yerlerde kaymakamlık yapmış bir kişidir: “Kaymakamdı ama ne yapmış bilmiyorum.” Cemal Bey, Behice Hanım’la evlenmiş ve beş çocuk sahibi olmuştur: “Zaten ailede bütün kardeşler Cemal ismini de almışlar. Namık Cemal Nazikioğlu, çok önemli bir hukukçu idi; onun bir küçüğü Ferruh Hanım, —evlendi Anada soyadını aldı; onun bir küçüğü Ezel Cemal Nazikioğlu amcam ise Demir Yolları’nda gar müdürlüğü yaptı. Haydarpaşa Gar’ında bilet alırken portresini gördüm orada. Onun küçüğü de babam Turhan Cemal Nazikioğlu. Kardeşlerin en sonuncusu Semiha Cemal Nazikioğlu. O da hukukçu idi, Maliye Bakanlığı’nda Hazine avukatlığı yaptı.”

Sülalede, Alpay Bey’in dedesi Cemal Nazikioğlu kanadından gelenler Cemal Nazikioğlu olarak anılırken, Cemal Bey’in kardeşi kolundan olanlar da uzun yıllar Baydar, sonraki yıllarda da Baydar Nazikioğlu soyadını kullanırlar. Bu koldan gelenlerden, Mehmet Esat Bey’in Fehime Hanım’la evliliğinden doğan Nasuhi Baydar, Fransızca’dan yaptığı çevirileri ile tanınmıştır. Fahrünnisa (Yunt) ve Melek (Nurelgin)’in dışında kardeşlerden bir diğeri de, Alpay Bey’in deyişiyle Fenerbahçe’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından olan Alaaddin Baydar Nazikioğlu’dur: “Ala diye bilinirdi. Meşhur Bekir, Zeki, Ala üçlüsü... Aile büyüklerim Fenerbahçe’de büyük futbolcular olmuşlar. Dolayısıyla benim de Fenerbahçeli olmam gerekir ama ben takım tutmuyorum.” Kafanızda netleşsin diye kaydediyorum, işte bu Alaaddin Bey ile Alpay Nazikioğlu’nun babası Turhan Bey kardeş çocuklarıdır.

Şanar Yurdatapan ve Can Arpaç’la kuzen

Alpay Nazikioğlu’nun anne soyu da en az baba tarafı kadar köklü bir geçmişe sahiptir: “Şöyle köklü; annemin dedesinin dedesinin dedesi, neyse, Yugoslavya kralı.”

- İsmi nedir?

“Onu da bilmiyorum. Ben öyle şeylere meraklı bir insan değilim.”

Alpay Nazikioğlu’nun annesi Daime Hanım; Şanar, Oktay, Onur ve Lale (Mansur) Yurdatapan’ın da babaları olan Korgeneral Daniyel Yurdatapan; ünlü Mason üstadı Can Arpaç’ın annesi Emine Danende Arpaç ve ayrı anneden doğan, savcılık yapmış Danış Yurdatapan’la kardeştir. Mevhibe—Servet Paşa çiftinin kızı olan Daime Hanım’ın dedesi de Hersekli Mehmet Ali Paşa’dır. Mehmet Ali Paşa’nın bir diğer çocuğu ise Atatürk’ün de yakın çevresinde bulunmuş Hüsrev Gerede’dir: “Hüsrev Gerede annemin dayısıdır. Onun çocukları var, Selçuk Gerede. Onlarda bu ailenin soyağacı mevcut. Selçuk ağabeyin çocukları Şiva ve Bennu Gerede var.”

Mevhibe Hanım’ın hayatını birleştirdiği Servet Paşa ise; muhalefeti sebebiyle, Sultan II. Abdülhamid tarafından Van’a sürülmüş Ferik Hüsnü Paşa’nın oğludur: “Van’a sürgün olup olmadığını bilmiyorum, öyle bir şey konuşulmadı ailede. Ama onun mezarı Van’da. Ve orada çok tanınmış, önemli bir adam.” Albaylıkla tuğgenerallik arasında bir rütbe olan Tuğbay Servet Paşa, Çanakkale Savaşı’nda Atatürk’le beraber savaşmış ve o savaşta Atatürk’ün göğsündeki saate isabet ettiği için yara almadan kurtulduğu şarapnel hadisesini de anlatan kişidir. Aileden çıkmış, yakın tarihimizde önemli rolü olanlardan biri de Milli Birlik Grubu üyesi Yarbay Sezai Okan’dır: “Sezai Okan’ın babası ile büyükbabam kardeş çocukları oluyorlar.”

Aslında yedi göbektir İstanbullu olan Alpay Nazikioğlu, böylesi bir ailenin tek çocuğu olarak, 20. yüzyılın ortalarına doğru Ankara’da dünyaya gelir. Yaz aylarını ailesiyle birlikte İstanbul’da geçiren Alpay, iki yaşlarına kadar yaşadığı hadiseleri hatırlayabilmektedir. O günlerden hatırına gelenlerden biri, babasının ona anlattığı at hikayeleridir: “Babam öyle hikayelerle uyuturdu beni.” Ondaki hayvan sevgisi de buradan kaynaklanmaktadır: “Benim hayatım, 3,5 yaşımdan orta okul sonuna kadar at üstünde geçti. Ankara’da, Saraçoğlu Mahallesi’ndeki çayırlarda ata binerdik. İsmet Paşa da at bindiği için, rastlaşırdık.” Hayatının daha sonraki döneminde, çok uzun süre ayrı kaldığı için ata binmeyi unutan Nazikioğlu, yaşıtlarına göre oldukça yaramaz sayılabilecek bir çocukluk geçirir: “Mesela yakma merakım vardı. Eve misafir gelir —evler sobalı o zaman— üç dakika sonra misafirin kürkü sobanın üzerinde. Akla hayale gelmedik haşarılıklar... Bir sandal gezisinde şemsiyeyi alıp denize atıyordum mesela. Ağaçların tepesindeydim her dakika. Kafam yarılır, gözüm patlar... böyle bir durum.” Bütün bunlara rağmen, baskı yapılmayan, demokratik bir aile ortamında, özgürce büyütülür o.

- Yaramazlığın sebebi neydi sizce?

“Hiperaktif birisi olmak. Tatminsizlik... Ama her yaşın gereği var. Çocuk çocukluğunu yaşamalı bence. Yaşayamazsa, ileri yaşlarda yaşamaya çalışıyor. O zaman da yakışık almıyor. İnsan her şeyi yaşayabilmeli, hele bir de erkek çocuksa...”

Bu yaramazlıklar arasında ilkokula başlayan küçük Alpay, ortaokulu da aynı yerde, Ankara Koleji’nde bitirir: “Orada da korkunç yaramazdım tabii.” Ortaokuldan sonra babası Turhan Bey, onun, ancak devlet okulunda ‘adam olacağını’ düşünerek kaydını önce Atatürk Lisesi’ne yaptırır: “Biz, kızlarla beraber okuduğumuz için çok şık giyinirdik. Orada baktım, hırpani birtakım çocuklar; yamalı pantolonlar, parçalanmış ayakkabılar... Bana böyle uzaydan gelmiş gibi bakıyorlar. Teneffüs oldu, yanağından kan damlayan bir çocuk geldi ve beni bilek güreşine davet etti. ‘Peki’ dedim. Küt diye yendim onu. İyi top oynadığım için hemen sınıf takımına çağırdılar beni. Ertesi gün sınıf maçında 4—5 gol attım. ‘Kolejli kolejli’ diye yıkılıyor Atatürk Lisesi. Orada ismim ‘Kolejli’ idi o zaman.” Alpay Nazikioğlu’nun Atatürk Lisesi’ni kendine uydurması uzun zaman almaz: “Sınıf dünyanın en uslu sınıfı idi. Ben sınıfa uyum sağladığımdan itibaren portakal kabukları havada uçuşmaya başladı. Sınıf tarihe geçti. Ben daha sonra milli takım kamplarına katıldım.”

Genç Milli Futbol Takımı’nda

Yüzme, Uzakdoğu sporları, koşu gibi branşlarda başarılı olan Alpay Nazikioğlu, futbolda da kısa sürede dikkat çeker ve Ankarademirspor’da futbol oynamaya başlar. Ardından, Gençlerbirliği’nde devam ettirir, profesyonel futbol yaşamını. Böylece, lise öğrencisi iken Genç Milli Futbol Takımı’na seçilir: “Orada, A Milli Takım oyuncularından bir kısmının yaşları, Genç Milli Takım’da oynatılmaları için küçültüldü. Turnuva İzmir’de yapıldı ve ben gol kralı oldum. Ve beni 16 kişilik kadroya seçtiler.” Onunla beraber Fenerbahçeli Akgün, Beşiktaşlı Coşkun Taş, Ercan Ertuğ da vardır kadroda. Kaleyi ise Varol korumaktadır. Kadroya seçilir seçilmesine ancak bu sefer derslerde devamsızlık yapması problem olmaktadır: “Fevziye Abdullah Tansel adında meşhur Sıfırcı Fevziye lakaplı bir hocamız vardı. Çok iyi, çok katı disiplinli bir hoca. Dersi sevmiyorsun yani. Çocuklar dersi kaynatmak için ‘Alpay gol atmış’ falan diye gazeteleri getiriyorlar, bu çıldırıyor. ‘Alpay sınıfta kalacak’ diyor.” Hocanın kendisini sınıfta bırakacağına kesin gözüyle bakan Alpay Nazikoğlu, oradan ayrılır ve Gazi Lisesi’ne geçer. Lise diplomasını, sınıflarını kayıpsız geçtiği buradan alır. Ardından, biraz da babasının isteğiyle Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yazılır: “Ailelerin yanlış birtakım yönlendirmeleri, seçimleri var. Ben hukukçu değilim. Hukukçuyum ama hukukla uğraşmadım. Müzikle uğraşıyorum. İlkokulda iken babam bir ağız armonikası getirmişti bana. Ben o ağız armonikası ile ne kadar melodi biliyorsam, hepsini çalıyordum. Şimdi, o ailenin/ailemin uyanıp, beni konservatuara vermeleri lazımdı. Ben herhalde süper bir müzisyen olurdum. Şimdi bana ‘Sen Türkiye’nin en iyi yorumcususun. Artı bir de Türkiye’nin en iyi müzisyeni olsaydın, kötü mü olurdu’ diyorlar. Uyanmamış bizimkiler.”

Kendisine kalsa idi mimar olmayı tercih edecek olan Alpay Nazikioğlu’nun, ailesinin ondaki bu müzik yeteneğini fark edememesine rağmen, sanatsal yanları da gelişim gösterir bir taraftan: “İnsanın içinde, dünyada yapabileceği birtakım şeyler var. Önemli olan, insanların, o içlerindeki yetenekleri harekete geçirmesi. 1980’lerin sonuna doğru bir tarihte, biraz rahatsız olduğum için evde kalmak durumunda idim. Birkaç günden sonra sıkıldım ve kızımın evdeki profesyonel yağlı pastelleri ile resim yapmaya başladım. Beğenenler oldu. Benim de hoşuma gitti. Sonra yağlıboya yapmaya başladım. Koleksiyonerler çok para verdi ama ben satmadım. Resim bittiği zaman nasıl yaptığıma ben de şaşıyorum ama... Ben ressam değilim. Mesela bir tane resimli roman yaptım şimdi. Demek ki insan, zamanı geldiğinde içindeki birtakım şeyleri harekete geçirebiliyor.”

Alpay Nazikioğlu, tam da burada, eğitimin Türkiye’deki kalitesizliğinden ve insanları asıl olmak istedikleri değil de başka alana itmesinden yakınıyor: “Resim ve müzik toplumların yaşamında çok önemli. Hele müzik... Toplumları, dinledikleri müziklere göre tasfiye ediyorlar. Kaliteli müzik dinleyen çağdaş, kötü müzik dinleyenler ilkel diye. Doğru bir kıstas. Çünkü, hayatın her anında ve her alanda var müzik. Sonra evrensel bir dil. Sen şimdi lisedeki öğretimle müzisyen yapamayacağına göre müzikten anlayan, iyi ve kötüyü değerlendirebilen bir toplum gayreti içinde ol. Multi trilyoner bir arkadaşın evine gidiyoruz. Evinde aşşağılık bir resim... Ancak manav dükkanında görürsün o resmi. 500 milyon liralık bir çerçeve yaptırmış ve asmış. Resimden anlasa o resmi duvarına asmazdı mesela.”

Milli Birlikçi Sezai Okan da aileden

Hukuk fakültesinde derslere girmeyen, sadece imtihan olduğu günlerde ders çalışan ‘tembel’ öğrenci Alpay Nazikioğlu, hukuk eğitimini kazasız ve belasız bitirir ve ‘Eylülde Gel’mek zorunda kalmaz. Nazikioğlu, hukuk fakültesinde iken, Türkiye’de de tarihi bir olay vuku bulur: “27 Mayıs 1960 İhtilali, bir demokrasi hareketi idi. Yapılmış tek askeri harekettir. Ondan sonra yapılan askeri hareketlerle eş değerde tutuluyor bugün. Hiç ilgisi yok. Ondan sonra yapılanlar bana göre faşizan hareketlerdir. 27 Mayıs’ın ne Kenan Evren’in, ne de başkalarının yaptıkları ile ilgisi yok. 27 Mayıs’ı yapanlardan, akrabam da olan bir tanesine (MB Üyesi Sezai Okan) dedim ki ‘Bak, biz hukuk okuyoruz. İhtilal güçle yapılan bir şeydir. Başarıya ulaştığı anda da meşrudur. İhtilalin kanunu budur. Siz neyin muhakemesini yapıyor, neyin meşruiyetini kanıtlamaya çalışıyorsunuz.’ Fakat daha sonra hukukçular onları yönlendirdi. O Köpek, Bebek Davaları saçma şeylerdi.”

Demokrat Parti’nin, uygulamaları ile buna zemin hazırladığını düşünen Nazikioğlu, o ihtilali gerçekten yaşayanların, gerçekleri yazmadıklarını ve söylemediklerini de düşünmektedir bugün.

Bir ülkenin yasalarla yönetilmesinin, o ülkenin hukuk devleti olduğunu göstermediğini; Türkiye’ye hukuk devleti diyebilmek için yasaların hukukun ruhuna uygun olması gerektiğini, bu olmadığı için de, Türkiye’nin hukuk devleti sayılamayacağını söyleyen Alpay Nazikioğlu, okula devam ederken yapmayı düşündüğü halde, sırf bu sebeplerden dolayı, hiç avukatlık yapmaz. 16 yaşında başlayıp, bir zaman sonra babasının ona söylediği şu sözler nedeniyle futbolu da devam ettirmez: ‘Oğlum, çok başarısız bir sporcusun. Yarın Fenerbahçe ile maçınız var, sen eve 4’te geliyorsun. Sonunda sen bu işi yapamazsın. Başarı; eğer Allah bir adama dünya çapında bir yetenek vermişse, o adam Türkiye çapında başarılı olabilmişse o demek değildir. Sen çok yetenekli bir adamsın ama önem vermiyorsun. Ya dans et, eğlen, ya da spor yap.’

Alpay Nazikioğlu, kararını verir. Lise yıllarında, arkadaşları arasında söylediği özellikle yabancı şarkılarla bilinen Nazikioğlu, kuzenini dinlemek üzere gittiği bir programda, kuzeninin talebi ile orada bir şarkı söyler, o da sahnenin arkasından. Böylece, onun için sanat yaşamı başlamış olur. İlk kez 1964 yılında, hukuk fakültesinin son sınıfında iken, Ankara’daki Büyük Sinema’da sahneye çıkar: “O ana kadar hakkımda bir sürü spekülasyonlar yapılıyordu. ‘İşte bu adam çok çirkin, cüce, kambur. Onun için kendini göstermiyor’ diye. Oysa ki ben meşhur olmak istemiyordum. Benim söylediğim şarkılar Türkiye’de bir numara oluyordu. (Hakikaten de, o dönemlerde yerli/yabancı şarkı listeleri ayrı olmadığından ilk üç sırada hep Alpay’ın yorumladığı şarkılar yer alır, onun ardından da ünlü Beatles sıralanırdı.) Sokakta yürürken ‘İşte Alpay’ denmesi bana bir şey ifade etmiyordu. Kim ne derse desin, aldırmıyordum yani.” Kendisini çok uzun süre gizleyemediği için sahneye çıkan Alpay, mikrofon tutmasını dahi bilmemektedir:

“Sahneye çıktığımda mikrofon tutmasını da bilmiyordum. Her şeyiyle o kadar muhteşem bir konserdi ki, onlar benim acemiliğimi üzerimden aldı. O dönemde konser biletleri 2,5 lira iken bizim konserin biletleri 25 lira idi. Satışa sunulduğu günün ertesinde karaborsaya düşerdi biletler.” Alpay Nazikioğlu, 1964’te başlayan sahnedeki hayatını neredeyse 40 yıldır başarıyla devam ettirir. Fecri Ebcioğlu’nun Eylülde Gel’i başta olmak üzere Ayrılık Rüzgarı, Maria, Senin İçin gibi dillerden düşmeyen beste ve yorumlar da müzik tarihindeki yerini alır: “Valla bir ayırım yapmak istemiyorum onlar arasında. Belki 50’den fazla şarkım Türkiye’de bir numara oldu ama ben kendimi, şunu mu yapsam daha çok satar ya da daha çok beğenilir diye hiç şartlandırmadım. Kendi zevkimi, kendi içtenliğimi yansıttım. Kendi sevdiğim şeylerin toplumla da paylaşılmış olması bana hem gurur hem de büyük mutluluk verdi, veriyor da. Ama yaptığım bir şeye esir olup da onun gölgesinde hiç yaşamadım. Ben yeni şeylerin peşinde koşan bir insanım.”

- Nelerden besleniyorsunuz daha çok?

“Aşktan besleniyorum tabii ki ama illa aşktan beslenmek için oturup da birtakım fırtınalı aşklar yaşamak gerekmiyor.”

- Evliliklerinizi konuşalım biraz da. Üç evlilik yapıyorsunuz...

“Dört tane.”

- İsimlerini alabilir miyim?

“Hayır. İsim de söylemem. Boşver. Dördüncü evliliğim sürüyor, o kadar.”

- Üç çocuğunuz var biliyorum, doğru mu?

“Doğru. Onları da konuşmayalım.”

Askerliğini de 1966 senesinde Mamak Muhabere Okulu’nda yapmaya başlayan Alpay Nazikioğlu, ardından Milli Savunma Bakanlığı’nda görevlendirilir: “Ankara’da kalmak istiyordum. Tayinim Savunma Bakanlığı’na çıktı. Tabii ki torpille. O zaman herkes torpil yaptırıyordu.” Milli Savunma Bakanlığı Halkla İlişkiler Grup Başkanlığı İş ve İşçi Münasebetleri Şubesi Kısım Amiri olarak askerliğini bitiren, gidecek vakit bulamamasına rağmen sinemayı özel meraklarının başında sayan Nazikioğlu, spor ve şimdilerde resim yapmayı da bu listeye eklemektedir: “Sosyal konularda birtakım şeyler okuyorum ama çok fazla okuyan bir insan olduğum söylenemez. Müzik tabii bende hep aşk olarak yaşamıştır. Müziğe muhtaç olmadan yaşamak için çok uğraştım. Ancak o da beni müziğe bağlı kıldı.”

Son sözü de yine Alpay Nazikioğlu’na bırakalım: “Sonu düşünmek kötü bir şey. Çünkü kimse ölmek istemiyor. Herkes hayata dört elle sarılmış ama herkes de dört nala ölmek için çabalıyor. Çünkü herkesin birtakım beklentileri var gelecekten. Onun için ne dönüm noktası düşündüm hayatımda, ne de köşe dönmeyi. ‘Helal olsun’ deyip yaptığım, trilyonlar tutarında yardımlar var. Ondan da pişman değilim. Çünkü hayat geliyor, geçiyor, gidiyor kardeşim. Haysiyetle yaşamak önemli olan.”

AÇIKLAMA

Bizim soyumuzda Sabetaylık yoktur

Sayın Mahmut Çetin Bey,
X İlişkiler ve Boğaz’daki Aşiret isimli kitaplarınızı okudum. Bazı yanlış bilgilendirmelerin ve gazete, magazin dergileri kaynaklı kitaplarınızdaki bilgilerin gerçek ve makbul arşivlerin incelenmesi sonunda ortaya çıkmadığına emin oldum.

Bendeniz, Şanar, Lale, Alpay, Can ile ata birliği olan bir kişiyim. Çok şükürki, bizler Osmanlı'dan başlıyarak (15'ınci yy sonlarından) bu yana Bosna Hersek'in mavi ve yeşilini, al zemin üstündeki ay ve yıldızla bezemiş insanlarız. Geçmişimizden hiç bir zaman kaçmadık. Bogomil kökenli bir Boşnak olduğumuzu da asla unutmayarak bu milletin asli unsuru olarak o'na bağlı kaldık.

Bildiğiniz gibi Osmanlı Dünya devleti olmasını topraklarına Bosna’yı 1463te Hersek'i de 1480’de katmasıyla başlamıştır. Bosna ve Hersek Osmanlı için bir serhat eyalet ve askeri karargah olmuştur. Osmanlı'nın Fatih Sultan Mehmet'ten Karlofça Andlaşması süresindeki hemen hemen tüm sadrazamları Bosna Hersek kökenlidir. Bosna Hersekliler Avrupalıların adlandırdıkları gibi "Türk'ten daha Türk" tür. Bu zaman dilimi içinde ve sonraları Anadolu’da. Osmanlı tebaası içindeki hangi millet bu özelliği taşır. Bogomil kökenliler "boşnaklar" İslam’ın bayrağını yaklaşık 600 yıldır taşımaktadırlar. Onların İslam anlayışı Bektaşilikten başlıyarak 1826’dan sonra Nakşibendilikle sonuçlanır. Ama bu dergahların şu andaki Bektaşi ve Nakşibendi dergahları ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Her iki dergahta özünü Ahmet Yesevi’den alır.

Alpay'ın baba tarafı Naziki’dir. Aile bu dergahın kurucularındandır. Hepizin ata dedesi Galip Ali Paşa Rızvanbegovic-stocevic tir. (İstoliçeli Ali Paşa). O'nun aile kökeni ise bogomil güney slavdır. Ailenin başlangıcı Mürtedan Paşadır. Bu aile dünya genetik literatüründe (Obrenknezevic-Mahmutbegovic-stoceic) diye geçer. Ailenin Kavalalı, Tepedelenli, Sokollu ve en son Mısır Burci çerkez sultanı Kansu Gauri ile kan bağı vardır.

Aile eski Bosna krallığındaki mevcut 12 asil aileden biridir. Galip Ali Paşa Rızvanbegovic Sultan 2'inci Mahmut tarafından Osmanlıya bağlılığı ve Kavalalı İbrahim Paşa’yı Kütahya önlerinde durdurmasının mükafatı olarak ödüllendirilmiş kendisi Bosna Hersek dışında hiç bir görevi kabul etmeyince Hersek Bosna’dan ayrılarak 18 sene bağımsız vezaretle kendisine verilmiştir. 1851’de Osmanlı yanlış bilgilendirme sonucu (Serasker Ömer Lütfü Latas Paşa tarafından) görevden alınmış padişahın haberi olmadan katledilmiş, tüm mal varlığına Latas Paşa tarafından el konulmuş ve bu yanlışlık 4 sona sonra anlaşılıp aileye iadei itibar edilmiştir.

Bizim soyumuzda Sabetaylık yoktur.

Aile genelde Mevlevi veya Nakşibendidir. 28-30 Nisan arası Çanakkale 18 Mart Üniversitesinde yapılacak "Uluslararası Bosna Hersek Sempozyum"unda Galip Ali Paşa'nın vakfiyesi ve vasiyetnamesi de açıklanacaktır. Bu vasiyetname 20. yy İslam anlayışının en kabul edilir belgesidir. Bu yazılı belgede olduğu gibi; Bizler "Haktan gelenin halka gitmesi" ve "Hak için halkla beraber olmak" düsturlarıyla yetiştik.

Galip Ali Paşanın 4 kızı ve 4 oğlu vardır. Kızları Habiba (Divan Şairlerimizden), Şakire, Emine ve Uma Hanımdır. Erkek çocukları ise Zülfikar Nafiz Paşa (ki bunun oğlu Hersekli Arif Hikmet=Divan Şairimiz ve Kamil Paşadır.) İkinci oğlu.Elhac Hafız Mehmet Rıdvan Paşa’dır. Ankara, Amasya, Urfa Mutasarrıflığı yapmış ve Osmanlının en sıkışık döneminde Mostar Mutasarrıfı yapılmış ve Osmanlı bir gecede Bosna Hersek'i Avusturya’ya bırakıp çekilince felç geçirmiştir. Hastalığından dolayı Anadolu’ya dönemeyen bu paşaya Avusturya hükümeti ölünceye kadar general maaşı bağlamış ve ölünce Mostar’da askeri merasimle top atışları arasında Karagöz Camiine gömülmesini sağlarken Avusturyalı generalin söylediği sözler bugün tüm arşivlerde kayıtlıdır. "Ölen asker düşmanımızdı O bir Osmanlı idi. Ama önemi yok O'çok şerefli bir askerdi. Bunun için bu merasimi yapıyoruz."

Üçüncü oğlu Rüstem Beydir. (Miralay) aynı zamanda Rifat mahlası ile yazan Divan şairidir. Bir kızı vardır. Hasene Hanım ondan olan torunlar şu anda Bursa’da şerefli ve onurlu hayat sürmektedirler. Galip Ali Paşa’nın 1948’de doğan 1903’te Erzurum’da ölen en küçük oğlu Ferik Mehmet Ali Paşadır. Hanımı Mahinur Hanım’dır. Mahinur Hanım, Yüksel Söylemez’in annesi Saliha Hanım’ın halasıdır. Ferik Mehmet Ali Paşa ve Mahinur Hanım’ın 2 kız dört erkek evlatları olur. Kızları Mevhibe (Fatma Münire) bu hanım Ferik Hüsnü Paşanın oğlu Servet Paşa (tugbay rütbeli) evlenir ve ondan Korgeneral Mehmet Daniş (Daniyel) Yurtatapan (bunun çocukları: Şanar, Oktay, Onur, Lale ) olur.

Dana Yurdatapan bu kişi değerli bir hukukçudur eşi Nezihe hanımdır.( evlatları Birsen ve Fatma) Emine Danende Hanım bu Mehmet Halit Arpaçla evlidir (bir oğlu vardır: Can Arpaç) Ayşe Daime bu da Nazikioğlu Turhan Cemal Bey’le evlidir (oğlu şarkıcı Alpay).

Ferik Mehmet Ali Paşa’nın ikinci kızının ismi Ayşe Fahriye’dir. Kocası Albay Halil Nasır Berkay’dır. Bunun da 4 çocuğu vardır. İbrahim Adnan Berkay, A.Mehmet Ali Berkay, Lamia Nezahat Berkay. Ferik Mehmet Ali Paşa’nın en büyük oğlu. Abdülhat Mehmet Ali’dir. (Benim anneannemin annesinin babası olan İsmail Bey’in babasıdır) Abdülhat Bey’in 1'inci eşinden tek oğlu İsmail Bey’dir. İsmail Bey’in eşi Fatma Hanım’dır. Fatma Hanım, Rıdvan Bey’le Zübeyde Hanım’ın kızıdır. Rıdvan Bey, Galip Ali Paşa Rızvanbegoviç’in kendisinden büyük iki abisinin torunudur. Bu iki abinin adı tarihte Hacı Mustafa Bey (İstoliçe kaptanı) ve Hacı Mehmet Ali Bey (Hacun) olarak geçer. Hacı Mehmet Ali Bey’in karısı Kavalalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı Fatma Hanım’dır. Rıdvan Bey’in karısı Zübeyde Hanım da Galip Ali Paşa’nın kızı Uma Hanım’la meşhur Boşnak beyi Mehmet Firdus'un çocuklarıdır. Bu hanımefendi anne ve baba tarafından tam Boşnaktır. Rızvanbegovictir.

İsmail Bey’in tek evliliği vardır. 2 oğlu Ali Namık ve Ömer olmuştur. Alp soyadını taşırlar ve kızları Nazife Hanım ve Vasfiye Hanımdır.( Nazife Hanım benim anneannem Abide Hanım’ın annesidir. Kocası ise yine meşhur bir Boşnak ailenin oğlu olan Yusuf Bey’dir. Yusuf Bey’in annesi Devlet Hanım’dır ve Devlet Hanım Bosna’nın büyük ve asil ailelerinden Babiçler’in kızıdır. Yusuf Bey ise Bosna’nın meşhur ailelerinden Kadiç'lerdendir. (Alikadiç de denir) Vasfiye Hanım'ın kızı Nedime Hanım tarafından ise Ahmet Tarık Tekçe, Necip Tekçe ve Cemil Tekçe gelir. gördüğünüz gibi ailede sabetaycı değildir. Ferik Mehmet Ali Paşa’nın, ikinci oğlu Besalet Gerede’dir. Çocuksuz vefat etmiştir. Soyadı Yatağan’dır. Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda Kuvayi Milliye’de büyük hizmetleri olmuştur.

Üçüncü oğlu Ahmet Ziya (üç evlilik yapmış birincisi Nazife Hanım bundan oğlu Ali Rıdvan, ikinci eşi Zehra Hanım bundan kızı Emine Fethiye Sarper. Üçüncü eşi Zahide Tozan bundan çocukları Zeynep Vedia Bayman, M. Galip Tozan, Süleyman Faik, Ayşe Refiye Sezen’dir.)

Ferik Mehmet Ali Paşa’nın son oğlu da Hüsrev Gerede’dir. Kendisi Ali Kemali Bey’in kızı Lamia Hanım’la evlidir. 2 oğlu olmuş. Faruk ve Selçuk… Selçuk, Canan Gerede ile evlidir. Şima ve Bennu kızlarıdır.

Sayın Mahmut Çetin Bey,
Kitabınızda ayrıca dikkat ettiğim başka bir noktada Ferik Mehmet Ali Paşa’dan Hersekli diye bahsetmeniz. Hersekli tanımlaması bölge olarak doğru ama aile lakabı olarak yanlıştır. Hersekli lakabı en son Hersek dükü Stephan Hersek ve ailesinin kullanabileceği bir lakaptır. Bu aile İslamiyet’e geçtikten sonra Hersekli olarak anılmışlardır. Bunlardan biri de Dük'ün oğlu Sadrazam Hersekli Ahmet Paşa’dır. Başka bir konu da gerek Ferik Hüsnü Paşa’dan gerekse Ferik Mehmet Ali Paşa’dan Sultan Abdülhamit’e karşıtlıklarını belirtirken suçlar bir ifade kullanmanız. Sizin de bilmek zorunda olduğunuz gibi Osmanlı Sultanları kafese girip sarayda yaşamaya başladıkları andan itibaren Osmanlı’nın çöküşü başlamıştır. Çünkü sultanlar veliahtlarını da eğitilemez olmuşlardır. Sultan Abdülhamit de kafeste çok uzun süre yaşayan vehimi literatüre hastalık olarak geçmiş bir sultandır. Ve sultanlığının ilk 5 yılında yaptığı hatalar ve İngiliz yanı politikası ile Osmanlı’yı ne denli zorlukların içine soktuğu tüm dünyanın malumudur. Osmanlı askeri teşkilatında padişahla farklı düşünen paşalar her zaman olmuştur. Ama bu onların vatanseverliğinden hiç ödün vermez. Çünkü Mehmet Ali Paşa Osmanlı’nın en son zamanlarında Yenipazar’daki tüm askerlerin komutanıdır. Yine kendisi Ermeni isyanlarında Erzurum’daki redif alayının ve Muş'un komutanıdır. Zor şartlarda görev yaptığı Erzurum’da 1903’te vefat etmiş olup Murat Paşa Camii avlusunda gömülüdür. Erzurum’da eli açıklığı, vatanseverliği, hoşgörüsü ve dini inancı ile Erzurum halkı ve bölgenin tarihini yazan tarihçilerce takdir edilir.

Demek istediğim kısaca şudur. Bizler tüm Rızvanbegovic torunları Bosna Hersek’in mavi ve yeşilini al zemin üzerindeki Ayyıldız’la bezemenin onurunu taşımaktayız. Atalarımızın bogomil kökenli güney slav olmasından hiç gocunmayarak bu vatanın asli unsuru olarak şerefle bu bayrağı 550 senedir taşıyoruz.

Evet ben de müslüman olmayan bir beyle evliyim. Ama bu benim dini inancıma ve bu Cumhuriyetin çocuğu olma hasletimi engellemez.
Sonsuz saygılarımla…
Hacer Mirgül Eren Griffe

758
BİYOGRAFİLER / Ali Kınık </B>
« : 10 Haziran 2008, 09:14:49 »
Ali Kınık </B>
HAKKINDA YAZILANLAR

MÜZİK DÜNYASINDA ALİ KINIK RÜZGARI

YÜREĞİ ÜLKESİ İÇİN YANANLAR, SEVDA TÜRKÜLERİNİ ÖZLEYENLER BU SESİ ÇOK SEVECEK. BİR MİLLET UYANIYOR ADINI TAŞIYAN ALBÜMDE FİRARİ SEVDAM VE BU ŞEHİR HİT OLACAK PARÇALAR

ALBÜMÜN KLİP PARÇASI
Yapımcılığını Zeybek Müziğin üstlenlendiği albüm, “Bir Millet Uyanıyor” adını taşıyor. Albüme adını veren parça aynı zamanda Attila İlhan’ın ölmeden önce hazırladığı aynı addaki kitap dizisiyle aynı çizgide bulunuyor. Türkü formatında bir marşı andıran parçanın sözleri Nihat Ergöz'e bestesi ise Kerem Özdemir'e ait.

Şarkının sözleri şöyle:

BİR MİLLET UYANIYOR

Albayrak yiğitlerin
Kanlarıyla boyanıyor
Kalk ayağa Türk'ü gör
Bir millet uyanıyor.

Türkiye Türk'ün evi
Doğu Batı Kuzeyi
Eski Dünyanın Devi
Bir Millet Uyanıyor

MEHMEDİM VE TÜRKİYEM'E RAKİP OLAN ESER
Bu parçalar içinde özellikle bir tanesinin uzun vadede kalıcı olacağını ve belki de anonimleşeceğini tahmin ediyoruz. Ses getirebilecek olan bir parça varsa o da bu parçadır...

ANADOLU

Asırlardır ağlıyor, gülmedi Anadolu,
Rahat nedir gel de sor, bilmedi Anadolu,
Artık çektiği yeter, böyle nereye gider,
Hiç bu kadar derbeder, olmadı Anadolu...

“FİRARİ SEVDAM” VE “BU ŞEHİR” HİT OLACAK PARÇALAR
“Bir millet uyanıyor” dışında albümdeki diğer parçalar da dikkat çekici. Albümün kalan parçalarının tamamının söz ve bestesi Ali Kınık'a ait. Protest bir üslup kullanılan parçaların müzik değeri tartışılmayacak kadar iyi. Özellikle “Firari Sevdam” ve “Bu Şehir” adlı şarkılar hit olacağa benziyor. Bütün parçaların alt yapısı için de büyük çaba harcandığı, Özkan Turgay gibi büyük bir ustanın imzasını taşıdığı görülüyor.

X


Halk Müziğinde Yeni Bir İkili

EZGİ MERT VE ALİ KINIK BERABERLİĞİ...!

Yıllar önce Arif SAĞ – Belkıs AKKALE, İzzet ALTINMEŞE – Belkıs AKKALE bir araya gelip düet yaparak öncülük yapmışlardır. Ancak bu ikili zaman içinde yollarını ayırmışlar ve bu konuda bir boşluk meydana gelmiştir.

İşte bu boşluğu doldurmak için özgün müzik sanatçısı ALİ KINIK ve halk müziği sanatçısı EZGİ MERT bir araya geldi.

ZEYBEK MÜZİK etiketiyle raflardaki yerini alan “BİR MİLLET UYANIYOR” albümünde EZGİ MERT ve ALİ KINIK aynı adlı parçaya düet yaptılar.

Yönetmenliğini Kerem ÖZDEMİR, Özkan TURGAY’ın yaptığı sözleri Nihat ERGÖZ’e ait“BİR MİLLET UYANIYOR”un ritmi ve melodisi ise adeta bir marşı andırıyor.

Üniversite ve lise gençlerinin “BU ŞARKI” ve “FİRARİ SEVDAM” adlı eserlere rağbet edeceği tahmin edilirken, daha önce iki albümü olan EZGİ MERT üç albümü olan ALİ KINIK’ın “BİR MİLLET UYANIYOR” albümünde toplam 10 eser bulunuyor.
__________________

759
Ahmet Kaya ( 1958)- (16.11.2000) </B>AHMET KAYA (Malatya, 1957 - Paris, 16 Kasım 2000)


Dibine vurmuş gecelerden geldim... Yalanım yok... Bir cebimde küfür, bir cebimde çocuklara şekerle yaşadım. Hepinizin gurbetindeyim şimdi... Eyvallah!..

Ahmet Kaya, Malatya'da beş çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak 1957 yılında dünyaya geldi. Mensucat işçisi bir baba, çocuklarını yetiştirmekle yükümlü bir anne ve diğer dört kardeşle birlikte geçen çocukluk... Babası, neredeyse onun boyu kadar olan bir bağlama ile eve geldiğinde mutluluğun bu olduğunu düşünür. Dokuz yaşındadır daha. 24 Temmuz İşçi Bayramı’nda sahneye çıkarırlar onu, bir daha unutmaz bunu...
Yaz tatillerinde, ya plakçıda ya da tanıdıkların minibüsünde çalışır. 'Başar ağabey'yi tutuklanınca Ahmet, küçük bağlaması ile ilk bestesini yapar: "Bir Wolksvagen alacağım, Adını ‘Başar’ koyacağım" der... Ruhi Su’nun plaklarını satın alan Ahmet Kaya, bol paçalı pantolonlar giyen uzun saçlı 68’lilerden etkilenen gençir artık...
Mensucat fabrikasından emekli olan babası, daha iyi bir yaşam için İstanbul’a göç eder. İstanbul/Kocamustafapaşa’ya yerleşirler. Ahmet Kaya'nın ilk izlenim ‘korkudur.

Ahmet Kaya, ortaöğrenimini tamamlamaya çalışırken yetmişli yılların toplumsal çatışmalarının farkına varmardı. Ora'dan gelmiş olmanın farklılığını, bu yeni kültür ve yaşam biçimi ile içiçe yaşar. Türküler, devrimci marşlar, Ruhi Su ve Zülfü Livaneli’den müzikal anlamda etkilendiğini inkar etmez, ama kedi sesini arar. Bütün boş zamanlarda bağlama çalıp şarkılar söyler. İlk bestelerini bugünlerde yapar. Boğaziçi Üniversitesi’nde bir panelede Ruhi Su’yla karşılaşır. Ustayı çok sevse de yetmeyen birşeyler vardır Ahmet Kaya için, bunu ifade etmeye çalışır Ruhi Su’ya. Ruhi Su'nun 'Mahsus Mahal' türküsünü kendince yorumlar O'na. Bağlamanın sapını tutan Ruhi Su, 'Böyle bağlama çalınmaz!' der. Oysa Ahmet Kaya asi. Farklı birşeyler yapmak ve kendini aramaktadır. Yıllar sonra verdiği ilk resitalin afine 'Bağlama Böyle De Çalınır' 'i spota çıkaracaktı.

Seksenli yılların başı talihsizliklerle geçer. Evliliği biter, bebeği ondan ayrı büyümeyecektir ve çok zordur. Bu dönem bestelerinin olgunlaştığı dönemleridir bu yıllar. Sadece müzikle kendini ifade eden Ahmet Kaya, 1985 yılına geldiğinde kararını verir. 'Zamanıdır' deyip, oltuğunun altında şarkılarını alıp, Unkapanı’nın yolunu tutar. Dinleyenlerin hiçbir kategoriye koyamadığı bu müziğe kimse yüz vermez. Sonraki günlerde arkadaş yardımları ve kendi olanakları ile ilk albümünü yapar. Ama hemen toplatılır. Yapılan itiraz sonuç verir. Olay gazetelere yansır, Ahmet Kaya’nın ‘Ağlama Bebeğim’ adlı albümü Danıştay kararıyla serbestir artık!'

Bu arada. Üniversite öğrencileri, dar gelirliler, 12 Eylül darbesinden nasibini almış-çeşitli kesimlerden tutuklu yakınları, Türkiye’de demokrasiyi yeniden inşa etmeye kararlı kitle örgütleri, sivil toplum kuruluşları Ahmet Kaya'nın dinleyici profilini oluşturur.

Kısa bir süre sonra ikinci albümü "Acılara Tutunmak" ı yapar. Ahmet Kaya, edindiği toplumsal, siyasal duyarlılıkla üretim yapmaktadır, peşpeşe albümler çıkarmaktadır.
Üçüncü albümü O sıralar tutuklu olan ve idamla yargılanan Nevzat Çelik'in 'Şafak Türküsü' şiirini besteler, aynı zamanda albümün de adıdır 'Şafak Türküsü'. Üllkenin gündemindeki idam cezaları ve hapishanelerde bulunan binlerce insanın ve onların ailelerinin içinde bulunduğu durumu şarkılaştırmıştır...
'An Gelir' isimli dördüncü albümünde Atilla İlhan, Hasan Hüseyin ve Ülkü Tamer'in şiirlerini besteleyen Ahmet Kaya, yeni arayışlar içerisine girmiş, besteciliği ile ilgili kendisini epeyce geliştirmiştir. İlk üç albümde aranjör olarak kendi çabalarının yanı sıra Sezer Bağcan, Oğuz Abadan gibi isimlerle çalışan Ahmet Kaya, dördüncü albümde Osman İşmen ile çalışmaya başlar ve bu beraberlik uzun yıllar sürer...

Beşinci albümünde ünlü şairlerin yanı sıra yeni bir isimle, Yusuf Hayaloğlu'yla çalışmaya başladı. Hayaloğlu'yla beraberlik, Ahmet Kaya müziğinde uzun ve verimli bir çalışmanın başlangıcını oluşturur. 'Yorgun Demokrat' isimli bu albüm, gerek dönemi gerekse içeriği bakımından yine Türkiye’nin toplumsal gidişatına denk düşmüş ve 12 Eylül döneminin etkisini üzerinden atmaya çalışan milyonlarca demokratın durumunu dile getirmiştir.

Albüm çalışmalarına paralel olarak halk konserleri de yapar Ahmet Kaya. Gösterilen ilgi, katılım ve çoşkuya rağmen, ülkenin birçok yerinde ‘sakıncalı’ bir şarkıcıdır artık O. Dinleyicisiyle buluşamamak onu üzmektedir...
Konserde kendisine bağlamasıyla eşlik eden Ahmet Koç’la altıncı albümü olan 'Sevgi Duvarı" nın hazırlıklarına başlar. Can Yücel’in aynı isimli şiirini bestelemiş olan Ahmet Kaya, bu albümü ‘vazgeçilmezlerim’ dediği Yusuf Hayaloğlu ve Osman İşmen’siz hazırlar ve bu arada 'Resitaller' adını verdiği albümde canlı konser kayıtlarını toplar. 'İyimser Bir Gül' adını taşıyan yedinci albümü, Türkiye doksanlı yıllara adımını atmış, Ahmet Kaya gündemi ile ülke gündemi yine örtüşmüştür. Yeniden Yusuf Hayaloğlu ve Osman İşmen’ le çalışmaya başlar. Albümün adı 'Başkaldırıyorum'dur.

Olgunluk çağında ülkesinin içinde bulunduğu olumsuzluklara, mevcut gidişata ve sistemin hoşnut olmadığı her yanına şarkılarla müdahale etmeye çalışan bir 'muhalif'tir artık...
Başı, zaman zaman derde girer, birçok yerde konser verememenin yanı sıra albümleri ‘sakıncalı’ bulunup kısmen de olsa toplatılır. Bu sürecin şarkılarına yansıması kaçınılmazdır. Yeni albümün adı 'Başım Belada'dır o yüzden. Ahmet Arif, Atilla İlhan ve Yusuf Hayaloğlu’nun şiirleri ve şarkı sözleri Ahmet Kaya müziği ile biraraya gelir. Bu arada ağırlıkla Türk Halk Müziği’nden örneklerin yer aldığı 'Resitaller 2' adlı albümü yayınlanır.

Onuncu albümü 'Dokunma Yanarsın' ile birlikte hayatında bir takım değişiklikler gündeme gelir. Bu yeni süreçte de milyonluk satışlara imza atan Kaya, 1993’te onbirinci albümü 'Tedirgin'i çıkarır. Ertesi yıl çıkardığı 'Şarkılarım Dağlara'da hemen hemen tüm şarkı sözlerinin altına da imzasını atar. Albüm, 'Kum Gibi', 'Ağladıkça', 'Saza Niye Gelmedin' gibi parçalarla satış rekorları kırarak Ahmet Kaya diskografisinde ayrı bir yere sahip olur. Toplumsal-kültürel gelişmelerin getirdiği etkileri üretkenliğe çeviren Ahmet Kaya, 1995 yılında onüçüncü albümü 'Beni Bul' u çıkartır.

Sesinin rengini ve olgunluğunu günün teknik imkanlarıyla yeniden deneyerek, ağırlıkla eski şarkıların yeni düzenledi. 1996 tarihli 'Yıldızlar ve Yakamoz' bu arada ortaya çıkar. Bunu, 1998 yılında Yusuf Hayaloğlu ve Osman İşmen’den oluşan çekirdek kadroyla hazırladığı 'Dosta Düşmana Karşı' izler.

'Gak Production' isimli bir yapım firması da kuran Kaya, Kent Ozanları isimli çağdaş halk müziği yapan bir grup ve on yıldır asistanlığını yapan Çetin Oraner’in albümlerine de yapımcı olarak imza atar.

Profesyonel süreci boyunca onun müziğine çeşitli isimler bulunmuşsa da Ahmet Kaya, kendisini hep toplumcu-gerçekçi sanat kategorisinde görmüştür. Dünyada ‘protest müzik’ olarak tanımlanan bu türün ülkemizdeki önemli temsilcilerinden olan Ahmet Kaya’nın en belirgin ve ayırdedici tarafı, müziğindeki geleneksel motiflerin ve ulusal kültür değerlerinden yola çıkmasıdır. Toplumsal süreçten kopmammış, olmuştur. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gidişatına paralel bir müzik seyri izlemiştir.

Türkiye'de her söylediği söz ve şarkısı olay olan Ahmet Kaya hakkında birçok dava açıldı ve kendi deyimiyle emniyetler onun ikinci adresi oldu. Bu baskılara rağmen Kaya, kimliğini hiçbir zaman inkar etmedi ve mücadele etti.

Kaya hakkında, yurtdışında verdiği konserlerde 'vatana ihanet' suçlamasıyla 3 ayrı dava açıldı. Bu davalardan biri geçtiğimiz günlerde sonuçlandı ve Kaya'nın 3 yıl 9 ay hapis cezası kesinleşti. Diğer iki davada ise, duruşmalara katılmadığı ve ifade vermediği için Kaya hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi.

Kaya'nın çıkardığı kasetlerin bazılarının isimleri şöyle:
"ağlama bebeğim, tedirgin, acılara tutunmak, şafak türküsü, an gelir, yorgun demokrat, başkaldırıyorum, dokunma yanarsın, adı bahtiyar, başım belada, şarkılarım dağlara, yıldızlar ve yakamoz, beni bul ve dosta düşmana karşı."
1980’lerde Nevzat Çelik'in ”Penceresiz kaldım anne / Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne” 'Şafak Türküsü' şiirini türküleştirerek patlama yaptı A. Kaya. Karyerinde “Ağladıkça” isimli türkünün büyük bir yeri oldu. Aram Dinkjian’ın bestelediği bu türkü, sanatçıya sağ veya sol görüşlü farketmeksizin milyonlarca dinleyici kazandırdı. Kaya, son olarak Gazeteciler Derneği’nde yaptığı konuşmada “Kürtçe bir klip çekmek istiyorum ve bunu yayımlayacak bir televizyon kanalı arıyorum” deyince İkitelli medyanın hışmına uğradı ve yüzünden Fransa’ya gitmişti.
16 Kasım günü sabah saat altıda topragından uzakt kalp krizi geçirip öldü.
O Paris Komünarlarıyla Pere Lachais mezarlıgında yatarken bize duruşu ve sesi kaldı.

760
BİYOGRAFİLER / Abdulvahit Ahmet Küzeci - (1925) </B>
« : 10 Haziran 2008, 09:14:18 »
Abdulvahit Ahmet Küzeci - (1925) </B>
Abdulvahit Ahmet Küzeci
/şarkıcı/
1925 yılında Kerkük şehrinde doğdu, 5 yaşından sonra Molla Hamdi’den Kuran-i Kerim dersleri almaya başladı ve okumayı öğrendi. 7 yaşındayken ilkokula gitmeye başladı ve ikinci sınıfta Kuran-i Kerim derslerinde başarı gösterdi. Öğretmeni Namık Efendi, bazı makamlar ve kolay müzik maarifini öğretmede yardımcı oldu. Küçüklüğünden beri mevlidi şeriflere katılırdı ve zevkle mollaları dinlerdi, bunlardan Molla Taha, Molla Sabır’dan çok şey öğrendi. Özel tören ve düğünlerde de hoyratlar, besteler ve şarkıları İzzetin Nimet, Reşit Küle Rıza gibi ünlü sanatçılardan dinlerdi. 1959 yılında Türkiye’ye gider ve Ankara Radyosunu ziyaret ederek burada bazı Türkmence şarkıları kaydeder. 1959 yılın-da Bağdat Radyosunda Türkmence bölümünün açılma-sı münasebetiyle birkaç Türkmence şarkı, makam ve hoyratlarla çalışmalara katılmıştır.

761
BİYOGRAFİLER / ŞEREFÜDDÎN AHMED BİN YAHYÂ MÜNÎRÎ
« : 10 Haziran 2008, 09:14:07 »
ŞEREFÜDDÎN AHMED BİN YAHYÂ MÜNÎRÎ

Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. Mahdûm-ül-Mülk Bihârî diye tanınır. Lakabı, Şerefüddîn olup, nesebi, Peygamber efendimizin amcalarından Zübeyr bin Abdülmuttalib'e dayanır. Dedesi, evliyâdan bir kimse olup, Halîl kasabasından, Bihar'daki Münîr kasabasına göç etti. Anne tarafından dedesi, Sühreverdiyye yolunun rehberlerinden idi. Bu dedesi, Kaşgarlı olup, sonradan Patna'ya bağlı Jathli köyüne geldi. Hazret-i Hüseyin'in soyundan olduğu için, seyyid idi.

Şerefüddîn Ahmed'in; Halîlüddîn, Celîlüddîn veHabîbüddîn isimlerinde üç kardeşi vardı. Şerefüddîn Ahmed, 1263 (H.661) senesinde Münîr'de doğdu. Hindistan'da Bihar şehrinde yaşadı.1380 (H.782)de vefât etti. Kabri de oradadır.

Şerefüddîn Ahmed, ilk tahsîlini kendi kasabasında yaptı.Büyük âlim Mevlânâ Şerefüddîn Ebû Tavâma'nın talebesi oldu. Onunla Sonârgaon'a gittiler. Orada derslerine o kadar çok çalışırdı ki, bir dakikasını boşa geçirmezdi. Diğer talebeler yemek yemek için bir müddet istirahata çekildikleri hâlde, o hocasından izin alarak yiyeceğini kendi odasında yeyip, zaman isrâfı yapmazdı. Derslerine kendini o kadar çok vermişti ki, memleketinden gelen mektupları cevaplayacak zaman bulamazdı. Hattâ mektupları, belki üzüntüye ve derslerinden ilgisini dağıtmaya sebeb olur düşüncesiyle okumazdı. Kısa zamanda, zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Hocasının kızıyla evlenerek, Zekiyyüddîn isminde bir oğlu oldu. Babası Yahyâ Münîrî hazretlerinin vefâtı üzerine Münîr'e döndü. Çocuklarını annesinin yanına bırakarak, Dehlî'deki büyük velî Nizâmüddîn Evliyâ ile görüşmek üzere yola çıktı. Daha şehre girmeden Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin vefât ettiğini öğrendi. Necîbeddîn Firdevsî orada idi. Necîbeddîn Firdevsî'nin huzûruna erişince; "Ey Şerefüddîn Ahmed! Senelerdir oturup seni beklerim. Sana teslim edilecek bir emânetim var." sözleriyle karşılandı. Firdevsî hazretleri, Şerefüddîn Ahmed'i talebeliğe kabûl buyurdu. Şerefüddîn Ahmed Münîrî, ona hizmet etti ve kendisi için saklanan nîmetlere kavuştu. Büyük velîlerden oldu. İnsanların doğru yola gelmeleri, Ehl-i sünnet îtikâdı üzere yaşamaları için yarım asırdan fazla uğraştı.

Ahmed Münîrî'nin sohbetlerine, her sınıftan ve îtikâddan insanlar katılırdı. Onların sordukları en karmaşık suâllere, tatmin edici cevaplar verirdi. Sohbetlerinde, tasavvufun inceliklerini, insanlara faydalı olmayı, sünnet-i seniyyenin ihyâsını, bid'atlerden sakınmayı anlatırdı. Yüz binden ziyâde insan, talebesi olmakla şereflendi. Bunlardan üç yüzden fazlası, büyük âlimler derecesine yükseldi. Pekçok hindûnun müslüman olmasına sebeb oldu. Zamânındaki sultanlara, devletin ileri gelen kimselerine, halk arasında söz sâhibi olanlara ve talebelerine mektuplar yazarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirirdi. Bu mektuplar, sonradan toplanarak kitap hâline getirildi.

Ahmed Münîrî, Peygamber efendimizin sünnetlerine o kadar sarılırdı ki, âlimler onun hakkında; "Şerefüddîn'in ahlâkı, Resûl aleyhisselâmın bir kopyasıdır." derlerdi. Herkese karşı güler yüzlüydü. Başkalarının haklarına çok saygı gösterir, kalbi kırık garîblerin yardımına koşardı.Ahlâk bakımından Peygamber efendimize çok benzerdi. Nitekim Mektûbât'ının 50. mektubunda; "Bu da göstermektedir ki, kibir, gurûr ve bilgisizlik sebebiyle, Peygamber efendimizin yolunu tâkib etmeyen câhil insanlar, onun mübârek nûrlarının pırıltılarını bulamazlar. Bunların, bir rehber yol gösterici olmadan mânevî makamların yüksek derecelerine gidecek doğru (hakîkî) yolu bulmaları imkânsızdır. Bunun içindir ki; "Kör, elinde değnek olmadan aslâ yolunu bulamaz" demişlerdir. Ey genç, yolun uzundur ve tehlikelerle doludur, o yüzden bir yol gösterene sarıl!" buyurmaktadır.

Şerefüddîn Ahmed Münîrî, Peygamber efendimize uymakta çok titiz olması sebebiyle, dindeki her bid'atten sakınırdı. Bu mevzûda o kadar dikkatliydi ki, bir defâsında talebelerine; "Peygamberimizin herhangi bir hareketini bid'atlerle karışmış görürseniz, o sünneti terketmeniz daha iyidir." buyurdu.

Ahmed Münîrî, sünnet-i şerîfe uymanın bereketiyle, Allahü teâlânın kendisini affedeceğini ümîd ederdi.

Vefât ettiği gün, yüz yirmi bir yaşında idi. Vefâtından bir gün önce çok hasta olmasına rağmen, son defâ abdest almak istedi. İkindi vakti yaklaşıyordu. Hırkasını çıkardı, su istedi, yenlerini kıvırdı, dişini temizledi.Besmele okuyarak abdest almaya başladı. Her uzvunu yıkamaya başlarken, başka duâlar okudu. Kollarını yıkarken, Şeyh Halîl yüzünü yıkamayı unuttuğunu hatırlattı. Tekrar tâze abdest almaya başladı. KâdıZâhid, sağ ayağını yıkamaya yardım etmek istediyse de, ona mâni oldu. Abdesti tamamladıktan sonra, bir tarak ve seccade istedi. Sakalını taradıktan sonra, iki rekat namaz kıldı. Biraz dinlendi ve sonra ikindi namazını kıldı. 1380 (H.782) senesi Şevvâl ayının beşinde de, evdeki çocuklarıyla ve talebeleriyle helâllaştı. Onlarla vedâlaştı. Ertesi gün yatsı vaktinde, salevât-ı şerîfe getirerek duâ etmeye başladı. Duâ esnâsında mübârek rûhunu teslim etti. Cenâze namazı, Şeyh Eşref Cihangir Semnânî tarafından kıldırıldı.

Şerefüddîn Ahmed Münîrî'nin eserlerinin listesi çok kabarık olmakla berâber, ne yazık ki, bunlardan pek azı bu güne kadar gelebilmiştir. Saklanabilen kitapları şunlardır: Râhat-ül-Kulûb, Ecveb, Fevâid-i Rüknî, İrşâd-üt-Tâlibîn, İrşâd-üs-Sâlikîn, Risâlet-ül-Mekkiyye, Ma'den-ül-Meânî, İhvân Pür Ni'met, Tuhfet-i Gaybî.

Şerefüddîn Ahmed hazretlerinin İrşâd-üs-Sâlikîn, Ma'den-ül-Me'ânî ve Mektûbât kitapları çok kıymetlidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden Gulâm-ı Ali Abdullah-i Dehlevî, doksan dokuzuncu mektubunda, Ahmed bin Yahyâ Münîrî'nin Mektûbât'ını okumayı tavsiye etmekte, nefsin temizlenmesinde çok tesiri olduğunu bildirmektedir.

SAÂDET VE ŞEKÂVET

Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî hazretleri yetmiş altıncı mektubunda buyuruyor ki: "Saâdet" Cennetlik olmak demektir. "Şekâvet", Cehennemlik olmak demektir. Saâdet ve şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci hazînenin anahtarı, tâat ve ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, ma'siyyet yâni günahlardır.

Allahü teâlâ, her insanın saîd veya şakî olduğunu ezelde takdîr etmiştir. (Buna alın yazısı denir.) Ezelde saîd denilen kimsenin eline dünyâda saâdetin anahtarı verilir. Bu insan, Allahü teâlâya itâat eder. Ezelde şakî olanın eline de, dünyâda şekâvetin anahtarı verilir. Bu kimse, hep günah işler. Dünyâda herkes, eline verilmiş olan anahtara bakıp, saîd veya şakî olduğunu anlayabilir. Âhireti düşünen din âlimleri, herkesin saîd veya şakî olduğunu böylece anlar. Dünyâya dalmış din adamı ise, bunu bilmez. Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekle ele geçer. Her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hâsıl olur. Herkese derd ve belâ, günah yolundan gelir. Rahat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. (Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse değiştiremez. Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saâdet zan etmemeli. Nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır.) Kudüs'deMescid-i Aksâ'da senelerce tesbih ve ibâdet ile ömrünü geçiren kimse, bir secdeyi terk etdiği için öyle yuvarlandı ki, bir daha kalkamadı. Eshâb-ı Kehf'in köpeği ise, pis olduğu hâlde, sıddîkların arkasında birkaç adım yürüdüğü için, öyle yükseldi ki, hiç düşmedi. Bu hâl, insanı hayrete düşürmektedir. Asırlar boyunca, ilim adamları bu bilmeceyi çözememiştir. İnsanın aklı, bunun hikmetini anlıyamadı. Âdem aleyhisselâma buğdaydan yeme dedi ve yemesini diledi. Şeytanın Âdem aleyhisselâma secde etmesini emreyledi ve secde etmemesini diledi. Beni arayınız buyurdu. Fakat kavuşmağı dilemedi. İlâhî yolun yolcuları, "Hiç anlayamadık" demekten başka bir şey söyleyemediler. Bizlere ne demek düşer. O'nun, insanların îmân etmelerine, ibâdet yapmalarına ihtiyâcı yoktur. Kâfir olmalarının ve günah işlemelerinin O'na hiç zararı olmaz. Mahlûklarına O'nun hiç ihtiyâcı yoktur. İlmi, zulmetin temizlenmesine, cehli de günah işlemesine sebep yaptı. İlimden îmân ve tâat doğmakta, cehâletten de küfr ve günah hâsıl olmaktadır. Tâat, çok küçük olsa da, kaçırılmamalı. Günah pek küçük görünse de yaklaşmamalıdır. İslâm âlimleri dedi ki; üç şey, üç şeye sebeptir: Tâat, Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa sebeptir. Günah işlemek, Allahü teâlânın gadabına sebeptir. Îmân etmek, şeref ve değer sâhibi olmağa sebeptir. Bunun için, küçük günah işlemekten de çok sakınmalıdır. Allahü teâlânın gadabı, bu günahta olabilir. Her mümini kendinden iyi bilmelidir. Allahü teâlânın çok sevdiği kulu olabilir. Herkes için ezelde yapılmış olan takdîr hiç değiştirilemez. Hep günah işleyip, hiç tâat yapmamış olanı, dilerse affeder. Melekler; "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek insanları niçin yaratıyorsun?" dediklerinde, "Onlar fesâd çıkarmazlar." demedi. "Sizin bilmediklerinizi ben bilirim." buyurdu. "Lâyık olmayanları lâyık yaparım. Uzak kalanları yaklaştırırım. Zelîl olanları azîz ederim." buyurdu. "Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalblerine bakarım. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, onların günahlarını affetmeği de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Onları, ezelî olan lütfuma kavuşturur, ebedî olan lütfum ile hepsini okşarım" buyurdu.

1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.123
2) Herkese Lâzım Olan Îmân; (6. Baskı) s.63
3) Menâkıb-ül-Esfiyâ; s.141
4) Nüzhet-ül-Havâtır; c.2, s.9
5) Sîret-üş-Şeref; s.46
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.56
__________________

762
BİYOGRAFİLER / ŞAD-İ DÎV
« : 10 Haziran 2008, 09:13:51 »
ŞAD-İ DÎV

Hindistan'da yetişen velîlerden. Hayatı hakkında elde fazla bilgi yoktur. 13. yüzyılda yaşadı. Putperest bir rahip iken, büyük velî Muînüddîn Çeştî hazretlerinin kerâmetini görerek müslüman oldu ve talebeleri arasına katıldı. Kendisine Şâd-i Dîv adı verildi. Kabri Delhi'dedir

763
BİYOGRAFİLER / ŞEMSEDDÎN İBN-İ MÜNÎR
« : 10 Haziran 2008, 09:13:39 »
ŞEMSEDDÎN İBN-İ MÜNÎR

Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Abdürrahîm, lakabı Şemsüddîn'dir. Daha çok İbn-i Münîr diye tanınır. Sûriye'de, Dımeşk'a (Şam'a) üç günlük mesafede bulunan, acâib binâları ve eski eserleri ile tanınan Baalbek şehrindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1531 (H.937) senesi Safer ayının ikisinde, Pazar günü Baalbek'te vefât edip, talebelerine ders verdiği zâviyesinin bahçesinde defnolundu. Vefât senesinin 1524 (H.931) olduğu rivâyet edimiş ise de, 1531 olması ihtimâli daha kuvvetlidir.

İbn-i Münîr, evliyânın büyüklerinden olan İbrâhim Metbûlî hazretlerinin yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerinden, âlim, ârif, fazîletler sâhibi, zâhid, dünyâya düşkün olmayan bir zât idi. Yumuşak huylu, güler yüzlü, sevimli bir hâli vardı. İnsanlar, sohbetlerinden istifâde etmek, mübârek kalbinden yayılan feyz ve nûrlara kavuşmak için huzûruna gelirler, hazır bulunurlardı.

İbn-ül-Münîr, nafakasını temin için, üstübeç, zercâr (bakır sülfat) gibi maddeler ve ıtriyât (güzel kokular) yapıp satardı. Her gün Baalbek çarşısında hazırladığı bu şeyleri satar, kazandığı altın, gümüş ve bakır paraları bir kâğıdın içine koyardı. Böylece her satıştan kazandığı para, cebinde ayrı kâğıtlara sarılmış hâlde dururdu. Huzûruna fakir bir kimse gelip bir yardım talebinde bulunsa, elini cebine atar, içinde para bulunan dürülü kâğıtlardan ne kadar gelirse, hepsini o fakire verirdi. Bunu yaparken, verdiği kâğıtların içinde ne kadar para bulunduğunu, fakire ne kadar verdiğini bilmezdi. İyilik, ihsân ve ikrâmları pekçok olup, çok sadaka verirdi. Bilhassa takvâ sâhiplerine, haramdan sakınan iyi kimselere çok yardımda bulunurdu. Mescidleri îmar eder, dünyâlık bir malı bulunmayarak vefât eden, garîb ve fakir kimselerin kefenleme masraflarını karşılardı.

İbn-i Münîr hazretleri de nefsin arzularına uymayıp, ona zor gelen ibâdetleri çok yapmakta pek ileriydi. Çok ibâdet eder ve devâmlı Allahü teâlâyı zikrederdi.

Her sene hacca giderdi. Bu gidişinin çoğu yaya olurdu. Omuzunda sâdece bir su kabı bulunur, ondan insanlara su dağıtırdı. Vefâtından evvel altmış yedi defâ hacca gittiğini söylemiştir. Her sene hac vazifesini îfâ ettikten sonra memleketine dönmez, Mescid-i Aksâ'yı da ziyâret ederdi. Orada bir ay kadar kaldıktan sonra memleketine dönerdi.

Hacca gidip gelirken, yolda ve orada kaldığı müddetçe birkaç hurmadan başka bir şey yiyip içtiği görülmezdi. Bâzı senelerde de hacca giderken, hayvanına zâhire, şeker, iğne, iplik, sürme gibi ihtiyaç eşyâlarını yükler, götürüp oradaki insanlara dağıtırdı. İnsanlar onu, şehrin dışına kadar çıkarak karşılarlardı.

İbn-i Münîr hazretlerinin tasavvufa dâir, Rekâik-ul-Hakâik isimli bir eseri vardır.

NİÇİN ZAHMET ETTİN

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî şöyle anlatır: "İbn-i Münîr hazretlerinin hastalığı haberi bana ulaşınca, Ebü'l-Abbâs el-Harîsî veEbü'l-Abbâs el-Gamrî ile birlikte onu ziyârete niyet ettik. Ertesi günü sabah erkenden, Bâb-ün-nasr denilen yerde buluşup yola çıkmaya karar verdik. Oraya erken gelen ötekileri bekleyecekti. Sabahleyin ben geldiğimde, arkadaşlarımı bulamadım. Oradaki kapıcı; "Onlar buraya geldiler. Epey müddet beklediler. Sonra da, Hânke yolundan çıkıp gittiler." dedi.Ben onlara yetişirim ümîdiyle yola çıktım. Biraz sonra Yemen tarafından gelen bir derviş ile karşılaştım. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi. "İbn-i Münîr hazretlerine gidiyorum" deyince; "Ben de aynı yere gidiyorum" dedi. Benim bindiğim hayvan topal, vakit de kış günü olduğu için, normalde akşama ancak varabilirdik. Fakat daha güneş az yükselmiş idi ki, birden kendimizi o zâtın yanında bulduk. Yanına girdik. Çok hâlsiz düşmüş, gözlerinde tâkat kalmamıştı. Üç günden beri konuşmadığını öğrendik. Bizim girdiğimizi hissetti, fakat kim olduğumuzu tanıyacak hâlde değildi. "Kimsin?" diye sordu. "Abdülvehhâb" dedim. Bunu duyunca; "Kardeşim, buraya kadar niçin zahmet ettin?" dedi. "İnşâallah bu ziyâretimiz çok hayırlı olur. Sevap kazanırız." dedim. Bana çok duâ etti. Öğle namazından sonra vedâ edip ayrıldım. Hanke'ye geldiğimde ikindi vakti olmuştu. Biraz sonra bulunduğum yere Ebü'l-Abbâs girdi. Benim henüz gitmediğimi yeni geldiğimi zannediyordu. "Haydi, hayvanına bin gidelim" dedi. "Ben oraya gittim, ziyâret ettim. Şimdi geri dönüyorum" dedim. Bu sözüme çok hayret ettiler. İnanmazsanız oraya vardığıma dâir işâretimi de size söyleyebilirim. Meselâ, İbn-i Münîr hazretlerinin yaslandığı yastık kırmızı idi. İsterseniz gidince kontrol edersiniz." dedim. Ben anladım ki, yanına giderken ve gelirken aradaki çok uzak mesâfeyi Allahü teâlânın izni ile çok kısa zamanda almam, hep İbn-i Münîr hazretlerinin bir kerâmetiydi.

1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.130
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.178
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.10, s.158
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.226
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.234
6) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.581
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.120

764
BİYOGRAFİLER / ŞERÂFET NEVŞÂHÎ
« : 10 Haziran 2008, 09:13:22 »
ŞERÂFET NEVŞÂHÎ

Pakistan'da yetişen velîlerden. İsmiAhmed'dir. 1907 (H.1325) senesinde Gücerât şehri yakınlarında Sehanpâl'de doğdu. 1983 (H. 1403) senesinde vefât etti. Kabri Sehanpâl'dedir. Soyu Eshâb-ı kirâmdan Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs'a dayanır. Âlimler, velîler yetiştirmiş bir âileye mensûbdur. Tasavvufta Kâdiriyye yolundan yetişip kemâle ermiştir.

Dört yaşında iken babasının halası Bîbî Hanımdan ilk din bilgilerini öğrendi. Yedi yaşında iken dedesi Muhammed Şâh Nevşâhî'den ilim öğrenmeye başladı. Sonra Farsça kitaplardan, Kerîmâ, Nâm-ı Hak, Pendnâme-i Attâr, Sa'dî-i Şîrâzî hazretlerinin Gülistan ve Bostan adlı kıymetli eserlerini, MollaCâmî'nin Yûsuf ve Zeliha adlı eserini, Nizâmî'nin İskendernâme'sini dedesinin huzûrunda okuyup bitirdi. Bundan sonra Farsça eserler yanında Urduca kitaplardan da ders okudu. Vâhid Barî, Râh-ıNecât, Hakîkat-üs-Salât, Masdar-ı Feyz ve bâzı dînî kitapları da dedesinden okudu. On iki yaşında iken İskendernâme'yi de dedesinden okumakta iken, dedesi 1918 (H.1337) senesinde vefât etti. İskendernâme kitabını babasının derslerinde okuyup tamamladı. Babasından Fârisî dilinde Mesnevî-yi Nireng-i Işk, Envâr-ı Süheylî kitaplarını okudu. Ayrıca babasındanArapça öğrendi. Sarf-ıBehâî'yi de ondan okudu.

1922 (H.1341) senesinde hat, güzel yazı dersleri almaya başladı. Mevlevî Muhammed Hüseyin Mübârek'ten ta'lik ve nesih gibi hat çeşitlerini yazmayı öğrendi. Bu hocasından Tefsîr-i Hüseynî'yi okudu. Hat sanatında gâyet güzel yetişti.Kamış kalemle yazdığı güzel yazısıyla çok kitap yazmıştır. İktibas ettiği bu kitaplar, hat sanatında güzel nümûnelerdendir. Kendi hattıyla yazdığı kitapları özel olarak kurduğu kendine âit büyük bir kütüphânede muhâfaza edilmiştir.

Dedesinden, babasından okuyarak ve şahsî gayretiyle ilim öğrenip, gâyet iyi yetişmiştir. Bir medreseye veya fakülteye devâm etmemiştir. Bilhassa çok kitap okumakla geniş kültür sâhibi olmuştur. Üniversite mensupları ondan istifâde için devamlı yanına gelirlerdi.

1921 (H.1340) senesinde babasından Nevşâhiyye silsilesi üzere tasavvufta icâzet aldı. Babası onu şifâhen ve yazılı olarak kendisine halîfe tâyin etti. Böylece âlim, hattat ve tasavvuf ehli iki yönlü bir zât oldu. Gündüzleri yazı yazmak ve kitap okumakla, geceleri de ibâdet, tâat ve zikirle meşgûl olurdu. Ömrünün sonuna kadar hep böyle devam etti. 1928 (H.1347) senesinde evlendi. İki oğlu üç kızı vardır.

1983 senesinde bir yolculuğu sırasında hastalandı ve bu hastalıktan vefât etti. Bir Ramazan ayının onuncu gününde Lahor'a gitmişti. Orada oğluna; "Kendimde halsizlik hissediyorum. Beni Sehanpâl'e götür." dedi. İki gün sonraSehanpâl'e ulaştılar. Orada biraz iyileşti. İki defâ yazı yazmak ve dostlarına mektup yazmakla meşgûl oldu. Bu mektubunda; "Hâlim iyi değildir. Zayıf düştüm." diyerek hastalığını belirtmiştir. Bu arada iki defâ hastalığı ağırlaştı, ateşi yükseldi. Yapılan tedavilere rağmen hastalığı geçmedi. Gün geçtikçe halsizleşti. Konuşamayacak hâle gelip, maksadını işâretle anlatmaya başladı. Ramazanın on dokuzuncu günü biraz iyileşip konuştu. Sonra Genc-i Bahş hazretlerinin hallerini anlatan kitaptan biraz okutup dinledi ve vasiyetini yaptı. Ramazân-ı şerîfin yirmi ikinci günü öğleden sonra vefât etti.

Vefâtı, sevenlerini çok üzmüştür. Onu tanıyan ilim ehli pekçok kimse, hakkında medhedici sözler söylemişlerdir. Genc-i Bahş Kütüphânesinin eski müdürü Prof. Muhammed Hüseyin Tesbîhî onun vefâtını öğrenince; "Âlim ve fâdıl hazret-i Seyyid Şerîf Ahmed Şerâfet Nevşâhî'nin vefât haberi beni pek ziyâde üzdü. Ah! Yazık ki şimdi Nevşâhî âilesinden ilim hazînesi olan o zât da gitti..." demiştir.

Dr. Muhammed Eyyûb Kâdirî de onun için; "Büyük bir velî, şeyh-i tarîkat, yazar, şâir, edip, târihçi idi. Hayâtı gâyet sâde ve mütevâzî idi. Umûmî olarak Pencab âlimleri arasında ve husûsî olarak da Nevşâhî âilesi arasında kâmil ve mütehassıs bir zât idi." demiştir.

Prof. Muhammed İkbal Müceddidî; "Zaman onun gibi bir dehâ daha yetiştiremez. Hiç kimse onun yaptığına güç yetiremez kanâatindeyiz." demiştir.

Prof. Ahtar Râhî ise; "O, son nefesine kadar ilimle meşgul olmuştur. Allahü teâlâ onun ilme ve dîne hizmetlerini kabûl buyursun." demiştir.

Urdu dili muallimlerinden Muhammed Sıddık da onun için; "O, ilim deryâsında, fazîlette, hakîkat ve mârifette zamânın nâdir yetiştirdiği bir zâttır. Tevâzû ve şeref sâhibi olmak onun tabiî husûsiyeti idi. O sahrâda esen güzel bir rüzgâr idi. Vefâtıyla serin esintisi son buldu!" demiştir.

Şerâfet Nevşâhî kendini ilme o kadar vermişti ki; "Eğer ilimle, kitap okumakla, yazmakla meşgûl olmasam muhakkak hasta olurum." demiştir. En küçük fırsatı dahi değerlendirir, devamlı ilimle meşgûl olurdu. Yolculuğa çıkınca büyük bir azimle aynı meşgûliyetini devâm ettirirdi. Büyük bir kütüphâne kurmuş, devamlı bu kitaplarla meşgûl olmuştur. Bütün kitaplarını cild içinde mütehassıs bir sahâfa ciltletmiştir. Kitap okumaktan yorulunca yazmaya, yazmaktan yorulunca da okumaya başlar, aslâ boş durmazdı. Yazdığı eserler ve çalışmaları onu tanıyan ilim ehlini hayrete düşürmüştür. Kitapları ve müelliflerini o derece bilirdi ki, hangi kitaptan söz açılsa, kitabı ve müellifini, muhtevâsını, şaşılacak derecede anlatır, o hususta doyurucu bilgi verirdi. Bir defâsında Lahor şehrinde Melfûzât-ı Nevşah Genc-i Bahş adıyla da bilinen Çıhâr Behâr adlı kitabın el yazma nüshasını sâhibinden bir geceliğine emânet almış, o gece kitabı yazıp bitirmiştir. Pekçok kitabı da satın almıştır.

Şerâfet Nevşâhî'nin Şerîf-üt-Tevârih adlı târihle ilgili eseri çok meşhurdur.

Ayrıca tercüme ve telif yoluyla yazdığı pekçok eseri olup, bir kısmı şunlardır: Dürr-ül-Yetîm (Besmelenin fazîleti hakkında), Ulûm-ıKur'ân, Er-Ravd-ül-Cinân fî Ahâdîs-i Seyyid-il-İns ve'l-Cân, Envâr-üs-Seyyidât fî Âsârı Sâdât, Tuhfe-i Muhibbîn fî Cevâzi Simâi Âşikîn, Siyâdet-ül-Ulûbe, Sahîfe-i Mesâil, ZaferiHanefiyye ber Fırka-i Mirzâiyye, Mir'ât-ül-Hak, İsbât-ı Sohbet-ül-Hasan maaİmâm-ı Ebi'l-Hasan, Cevâhirât, Hazâin-ül-Esrâr, Kelimât-ı Tayyibât, Feyz-i Çeştiyye, İ'câz-üt-Tevârih, A'dâd-üt-Târih, Târih-i Sehanpâl, Târîh-i Selâtîn, Târîh-i Abbâsî, Vâkıat-ıCenk, Şerîf-üt-Tevârîh, Meâhiz-i Ahvâl-i Nevşâhiyye, Tezkirat-ü Muhadderât, Avâkıb-ül-Meâkıb, Tezkire-i Şuarâ-ı Nevşâhiyye, Tezkire-i Musannifîni Nevşâhiyye, Feydânî İlâhiyye, Tezkire-i Âfitâb-ıPencâb, Mirkât-üd-Darûriyye, Tarrâz-ı Evliyâ ve daha pekçok eser.

ÂHİRETTE İŞE YARASIN

Şerâfet Nevşâhî hazretlerinin vasiyeti şöyledir: "Bütün ömrüm boyunca, kütüphâne kurmak için kitaplar satın aldım. Dünyâ malı biriktirmedim. Vârislerim, evimde bulunan bir mal olduğunu biliyorlarsa, âlimlerin fetvâsına göre taksim etsinler.

Vârislerim din ilimlerini, Kur'ân-ı kerîmi, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrenmeye gayret göstersinler. Çocuklarına da bu ilimleri, din bilgilerini öğretsinler ki, âhirette işe yarasın.

Enbiyâya, sıddıklara, şehidlere, sâlihlere tâbi olmak, uymak lazımdır. Onlar, Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşmuşlardır.

Dînin emirlerine uyan tasavvuf ehli ile berâber bulunsunlar. Dînin emirlerine uymayanlarla berâber bulunmaktan sakınsınlar...

Kütüphânemi taksim etmesinler! Kıymetli oğul Ârif'i kütüphânemin sorumlusu tâyin etsinler. Çünkü o, ilim ehlidir. Kütüphânenin koruma vazîfesi ve salâhiyeti ve istifâdeye sunma işi ona âid olsun.

Kütüphânemdeki yazma eserleri aslâ satmasınlar. Çünkü ben, o kitapları büyük gayretler sarfederek geride kalanlar için topladım. O halde bu kitapları satmak benim maksadımı heder etmek olur!

Kütüphânemdeki matbu kitaplar da Nevşâhî âilesine âittir. Bu kitaplar Nevşâhî âilesine ister uygun olsun ister olmasın bunları da satmasınlar.

Şâyet vârislerim arasında kütüphânemden istifâde edecek salâhiyette, ehil kimse kalmazsa, kütüphânemi üniversite kütüphânesine veriniz ki, kütüphânem korunmuş olsun."

1) Şerâfet Nevşâhî (Seyyid Ârif Nevşâhî)

765
BİYOGRAFİLER / ŞERÂFEDDÎN EBÛ ALİ KALENDER
« : 10 Haziran 2008, 09:13:01 »
ŞERÂFEDDÎN EBÛ ALİ KALENDER

Hindistan'ın büyük velîlerinden. Pâni-püt şehrindendir. Soyu İmâm-ı A'zam hazretlerine dayanır. Lakabı Kutb-i Ebdâl'dir. Kendisine Ebû Ali Kalender de denir. Doğum târihi tesbit edilememiştir. 1323 (H.723) senesinde Ramazân-ı şerîf ayında Hindistan'da Kirnâl'in Bûte Kihtar Kasabasında vefât etti. Sonra kabriPâni-püt'e nakledildi.

Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. İlk zamanlarında çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Nefsinin arzularına uymaz, ona zor ve güç gelen ibâdetleri çok yapardı. Evliyâlık yolunda çok yükseldi. HâceNizâmüddîn-i Evliyâ'nın talebelerindendir. Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî hazretlerinin talebelerinden olduğu da rivâyet edilmiştir. Hayâtı hakkında fazla mâlûmat bulunamamıştır. Dostlarından İhtiyâreddîn'e yazılmış olduğu bildirilen kıymetli mektupları vardır. Aşk ve muhabbet dili ile yazılan bu mektuplarda, mârifet ve tevhîd hakîkatleri, dünyâyı terk ederek âhireti istemenin lüzûmu ve Hak teâlâyı sevmenin ehemmiyeti bildirilmektedir. Avâm dilinde yazılmış olduğu bildirilen bir risâlesi vardır ki, ona da Şeyh Şerâfeddîn Hikemnâmesi (hikmetlernâmesi) denir. Bununla berâber, böyle bir eserinin olmadığı da rivâyetler arasındadır.

KabriPâni-püt şehrindedir. Feyz dolu bir yerdir. Kendisini sevenler ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden ve mübârek rûhâniyetinden istifâde etmektedirler. Kabrinin yanında Mübârek Hân ismiyle bir kabir daha olup bu zâtın, Şeyh Şerâfeddîn hazretlerinin dostlarından ve talebelerinden olduğu söylenmektedir.

Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender hazretleri, yazdığı kıymetli mektuplarından birinde buyuruyor ki: "Ey kardeşim! Senin evliyâlık yolunda ilerlemene yardım ettiklerinde ve sana bir cezbe verip, seni, senin senliğinden çaldıklarında bilirsin ki, aşk sana gelir, güzellik sana görünür. O güzelliği bilince, mâşûku tanırsın ve mâşûka âşık olursun.

Ey kardeşim! Allahü teâlâ Cennet'i ve Cehennem'i yarattı. İkisini de dolduracağını buyurdu. "Mâşûkları âşıkları ile (müminleri sevdikleri ile) berâber Cennet'e koyacağım. Şeytanı da tâifesi ve sevenleri ile birlikte Cehennem'e atacağım" buyurdu.

Ey kardeşim! Cennet'te ve Cehennem'de âşıktan, sevenden başkası yoktur. Cennet, dostların kavuşma yeridir. Kâfirler ve münâfıklar, dünyâda inanmayıp yalanladıkları hakîkati âhirette görüp anladıklarında, Cennet'e gitmek arzuları olacak, fakat dünyâda yapmış oldukları düşmanlıklarının netîcesi olarak ebediyyen Cehennem'de kalacaklardır. Cennet nîmetlerinden mahrûm olmak acısı ile yanacaklar, Cehennem'in acı azapları, bu sıkıntı yanında hiç kalacaktır. Cennet'te, dünyâda iken Allahü teâlânın muhabbeti ve sevgisi ile yananlar bulunduğu gibi,Cehennem'de de, dünyâda iken nefslerinin, şehvetlerinin ve şeytanın esîri olarak, bu ilâhî muhabbet ve sevgiden uzak yaşayıp da, öldükten sonra, Allahü teâlâya îmân, O'na sevgi ve muhabbetin ne büyük bir nîmet olduğunun farkına vararak; "Keşke bizler de dünyâda iken îmân etseydik, ilâhî muhabbet ve sevgi nîmetine kavuşsaydık" diyerek, pişmanlık içinde yananlar bulunacaktır. Bunun için Cennet, dostlar için buluşma yeri, Cehennem ise, düşmanlar için ayrılık ve pişmanlık yeridir. Ayrılık ve pişmanlık, kâfirler ve münâfıklar içindir. Kavuşmak ve sevinç ise, Muhammed aleyhisselâmın âşıkları ve sevenleri içindir.

Ey kardeşim! Kalb gözünü aç! İyi gör ve bil ki, Allahü teâlâ senin için neler yarattı, neler gösterdi. Ağaçlara güzellik koydu. Ağaçlarda çeşitli meyveler yarattı. Her birinin tadını ayrı ayrı yarattı. Hâlbuki o ağacın, kendinden, çiçeğinden ve meyvesinden haberi bile yoktur. Bunun gibi, nice mahlûklarda senin faydalanman için nice güzel şeyler yarattı ki, bu güzel şeylerin kendisinde bulunduğu mahlûklar, (ağaç misâli) kendilerinde bulunan bu güzel şeylerden habersizdirler. Kamışta şekeri, ceylanda miski, sığırda anberi, kedide zebatı ve ağaçta kâfûru yaratması böyledir.

Ey kardeşim! Nefsi iyi tanırsan, dünyâyı iyi tanımış olursun. Rûhunu tanırsan, âhireti tanımış olursun. Gelip geçici olan dünyâyı terkedip âhirete yönelmen, âhirete faydası olacak ameller yapman, nefsi, dünyâyı rûhu ve âhireti tanıman nisbetinde olacaktır. Allahü teâlâ hepimize selâmet, saâdet versin! Âmin."

1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.135
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.69

766
ŞEMSEDDÎN PÂNİ-PÜTÎ (Hâce Şemseddîn Türk)

Hindistan’ın büyük velîlerinden. Hidâyet semâsının güneşi, mârifet denizinin kabaran dalgası, ilim deryâsı, hayâ ve hilm, yumuşaklık hazînesi, insanların kılavuzu, ünsiyet meclisinin açıcısı, darda kalanların sığınağı, yolda kalmışların delîli, yol göstericisi, kutb-i âzam, Hâce Şemseddîn Türk Pâni-pütî hazretlerinin babasının ismi Seyyid Ahmed’dir. Şems-ül-Evliyâ, velîler güneşi ve Müşkül-ül-küşâ, zorlukların çözücüsü olarak tanınır. Türkistan’da bulunan Verşâne vilâyetindendir.

Doğum târihi tesbit edilemeyen Şemseddîn Pâni-pütî, 1336 (H.736) senesinde vefât etti. Seyyid olup hazret-i Hüseyin’in neslindendir.

Âilesi tarafından tam bir islâm terbiyesi ile yetiştirildi. Kalbine İslâm âlimlerinin sevgisi yerleştirildi. Kendisi büyüdükçe, kalbindeki muhabbet ateşi alevlenip fazlalaşıyordu. Bu muhabbet dayanılamayacak hâle gelince, kendisine irşâd edici, yol gösterici bir mürşid-i kâmil aramak üzere, bulunduğu Verşâne şehrinden çıkıp, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmaya başladı. Mültan şehri civârına geldiğinde, Kutb-ül-kâmilîn hazret-i Hâce Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker ile karşılaştı. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunup, icâzet aldı. Bundan sonra, Genc-i Şeker hazretlerinin izni, işâreti ve emri ile, Kalyar şehri tarafına gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ı Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ahmed Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuştu. Hazret-i Hâce onu görünce çok sevinip; “Şemseddîn! Sen benim mânevî oğlumsun. Bizim bu yolumuzun, silsilemizin senden devâm etmesini ve uzun zaman ayakta kalmasını Allahü teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.” buyurup, onu talebeliğe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kıymetli sohbetlerde ve husûsî hizmetlerde bulunarak, orada onbir sene kaldı. Çetin riyâzetler ve mücâhedeler ile çok gayret ederek, evliyâlık yolunda üstün derecelere, anlaşılamayan yüksekliklere kavuştu. Ondan icâzet ve hilâfet alıp mezun oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde, diğer talebe arkadaşlarından ileride idi. Nitekim yüksek hocası onun için; “Bizim Şems’imiz evliyâ içinde güneş gibidir.” buyurup, ona Şems-ül-evliyâ lakabını vermiştir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiği bu talebesini, insanları irşâd etmesi vazifesiyle Pâni-püt şehrine gönderdi. Hocasından aldığı vilâyet nûru ile o tarafları aydınlatan Şems-ül-evliyâ, binlerce kişiyi evliyâlık mertebelerine kavuşturdu. Fevâid-ül-Füâd ve Zâd-ül-Ebrâr isimli çok kıymetli kitapların sâhibi olan Celâleddîn-i Hindî bunun talebelerindendir. Her tarafta tanınıp meşhûr oldu. Zühd, verâ, takvâ, tecrid ve uzlet sâhibi idi. Haramlardan, şüphelilerden son derece sakınır, dünyâya zerre kadar meyletmezdi. İnsanlardan ayrı, kendi hâlinde bulunurdu. Her ân ibâdet ve tâat ile meşgûldü. Öyle ki, sanki bambaşka bir âlemde, bambaşka hâller içinde yaşıyordu. Menkıbeleri, kerâmetleri çok, fazîletleri sayısızdır.

Rivâyet edilir ki, her kimin mühim bir işi, derdi, sıkıntısı, müşkili bulunduğunda, abdest alıp, Hâce Şemseddîn’in mübârek ismini yüz bin defâ okusa, bunu yapmak zor geliyorsa, bir miktar kimse toplanıp, bölüşerek okusalar ve yüz bine tamamlasalar, Allahü teâlâ, Şemseddîn Pâni-pütî’nin mübârek ismi hürmetine, o kimsenin sıkıntısını, ihtiyâcını giderir. Şu kadar var ki, bunu yapanların Ehl-i sünnet îtikâdında olup, haramlardan sakınmaları ve bunu abdestli olarak, sıdk ve ihlâs ile okumaları şarttır. Hâce Şemseddîn çok mal ve servete kavuştu ise de, bunların hiçbirine meyletmedi. Her ân gönlü Allahü teâlâ ile berâberdi.

Bir gün, yanında bulunan atını duâ ederek salıverdi. At oradan süratle uzaklaştı. Bu sırada, Şemseddîn Pâni-pütî’nin bulunduğu yere uzak bir yerde, dul bir kadın ve bir de kızı vardı. O kadıncağız kızını evlendirecekti. Fakat hiçbir hazırlıkları, malları ve paraları da yoktu. Şemseddîn Pâni-pütî, Allahü teâlânın izni ile onların bu hâline vâkıf olup, atını bunun için göndermiş ve bunun için duâ etmişti. O duâ bereketi ile, o at gelip, o dul kadının yanında durdu. Kadın bu hâle bir mânâ veremeyip hayretle bakarken, gâibden bir sesin kendisine; “Ey ihtiyar hanım! Bu atı sat! Kızının masraflarına ihtiyaçlarına harca!” dediğini duydu. Kadın bildirileni yaptı. Böylece rahatlamış, büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldu. Hâce Şemseddîn kalan malını da bu şekilde Allah rızâsı için dağıtıp, kendisi Pâni-püt şehrine geldi; orada talebelerine ders okutmakla meşgûl oldu.

Şems-ül-evliyâ hazretleri bir gün, şehrin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir meclisde oturuyordu. Kendisinin seyyid olduğunu iddiâ eden bir kimse de orada idi. Bu kimse Şems-ül-evliyâ’ya; “Sizin seyyid olduğunuz nereden belli? Bunu nasıl isbât edersiniz?” dedi. Bu münâsebetsiz suâle üzülen Şems-ül-evliyâ; “Babamdan ve dedelerimden duyduğum gibi, bunu isbât eden şecere de yanımda saklıdır.” dedi. O kimse daha da ileri giderek; “Bu tam bir isbât değil. Daha katî bir şey göstermeniz lâzım.” dedi. Şemseddîn hazretleri buna daha çok üzüldü. Celâllendi, Hâşimî damarı harekete geldi ve; “Gerçi bu isbât şekli şimdiye kadar tatbik edilmiş değil ama, şimdi bundan daha katî bir yol kalmadı. Mecbûren, “Seyyidlerin kılı ateşte yanmaz.” kâidesini göstereceğiz. Hemen büyük bir tandır hazırlasınlar. Mâdem sen de seyyid olduğunu söylüyorsun, birlikte o tandıra gireriz.” buyurdu. O kimse daha önce cüretkâr sözler söylediği için, şimdi bu sözlere îtirâz edemedi yakınında bulunan büyük bir tandır yakılıp, kızdırıldı. Şems-ül-evliyâ, hiç çekinmeden o kızgın tandıra girdi. Fakat, o girer girmez, Allahü teâlânın izni ile tandırın sıcaklığı geçti. Elbisesinden bir iplik bile yanmadı. Tandırın içinde gaybdan bir pınar peydâ oldu. Şemseddîn, o pınardan abdest aldı. İki rekat namaz kıldı. Sonra dışarıda bekleyen o kimseye seslenip; “Ey Seyyid(!) kardeşim. Niçin tandıra girmiyorsun. Beklemen çok uzadı.” dedi. O kimse, mahcûbiyetinden biraz daha ilerledi, ateşi gördü. Pek yakıcı ve korkunç idi. Kalbine dokundu, yüzünün rengi değişti. Buna rağmen iki adım daha atıp, tandırın başına geldi. Yükselen alev, pardesüsünün eteğini tutuşturunca, feryâd etmeye başladı. Sonra, Şems-ül-evliyâ hazretleri tandırdan çıkıp, o kimsenin tutuşan pardesüsünü söndürdü. Bu hâdiseyi başından beri tâkib edenler, hayretler içerisinde kaldılar. O zâtın seyyid olmadığı, yalancı birisi olduğu anlaşılmış oldu. Orada bulunanların, Şems-ül-evliyâ hazretlerine olan muhabbetleri, böylece daha çok arttı.

Hâce Şemseddîn Türk’e, hocası Alâüddîn Sâbir hazretleri senelerce önce; “Şems-ül-evliyâ (Evliyânın güneşi)” lakabını vermişti. Buradaki harflerin sayılarının toplamı, Ebced hesâbına göre 736 etmekte, bu ise, o büyük zâtın hicrî vefât senesine karşılık gelmektedir. Hâce Alâüddîn hazretlerinin bu ismi vermesinin bir kerâmet ve Hâce Şemseddîn’in, evliyânın güneşi olmasının, Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmesine bu uygunluğun bir işâret olduğunu âlimler bildirmişlerdir.

ERİYEN BUZ

Bir defâsında Sultan Gıyâseddîn, bir kaleyi fethetmek için kuşattı. Çok zaman geçtiği hâlde, bir türlü kale düşmedi. Bir gece hava birden değişti. Şiddetli yağmur ve rüzgâr başladı. Öyle ki; rüzgâr, çadırları yerinden söküp fırlatıyordu. Sultanın hizmetçisi, elinde ibrik, sultâna abdest suyu ısıtabilmek için ateş arıyordu. Ateş yoktu. Nihâyet bir çadırda kandil yandığını farkedip, oraya koştu. Bu, Şemseddîn hazretlerinin çadırı idi ve kendisi içeride Kur’ân-ı kerîm okuyor, sanki, şiddetli yağmur ve rüzgâr, ona ve etrâfına hiç tesir etmiyordu. Kendisi, velîlik hâlleriyle çok heybetli bir zât olduğundan, sultânın hizmetçisi yanına yaklaşamadı ve hiçbir şey söyleyemedi. Uzakta durup beklemeye başladı. Şemseddîn Pâni-pütî, biraz sonra başını kaldırıp; “Gel kardeşim! Ateş istiyordun. Alıp götürebilirsin” dedi. Hizmetçi ateş alıp gitti. İbrikte bulunan suyu ısıtıp, acele ile sultana yetiştirdi. Bu hâl, hizmetçinin dikkatini çok çekmişti. Su lâzım olduğunda, hizmetçi etrafta su bulamadı. Hizmetçi, o zâtın çadırında ateş bulduğuma göre, su da bulurum diye düşündü. Sabah olduğunda, o çadıra gitti. Çadıra vardığında akşamki zâtın yerinde bulunmadığını gördü. Geri dönerken, ordugâhın dışında bulunan havuzun yanından geçiyordu. Akşam çadırda gördüğü zatın havuzda abdest aldığını gördü. Bir kenarda durup abdestini bitirmesini bekledi. O büyük zât abdestini tamamladı, namazını kıldı. Hizmetçi de oraya yaklaşıp su tulumunu doldurdu. Bir taraftan da çok hayret ediyordu. Zîrâ mevsim kış olduğu için, havuzun donması gerekiyordu. Bu düşünceler içinde suyu götürdü. O gün bu durumdan hiç kimseye bahsetmedi. Ertesi sabah erkenden, o zâtın havuza abdest almaya gelme vaktinden evvel oraya gelip baktı. Havuz donmuş vaziyette idi ve su alınacak gibi değildi. Bir ağacın kenarına çekilip beklemeye başladı. Bu işteki inceliği anlıyabilmek için soğukta beklemeye râzı oldu. Nihâyet Hâce Şemseddîn geldi. Abdest almaya başlayacağı zaman, havuzun buzu birdenbire eridi. Ateş üzerinde ısınan bir kaptaki su misâli, havuzdan buhar yükselmeye başladı. O zât abdest alıp gittikten sonra, havuzun yanına gelen hizmetçi, biraz önce buz tabakası hâlinde bulunan suyun, şimdi eli yakacak derecede sıcak olduğunu gördü. Bu hâlin Şemseddîn hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlamıştı. Su tulumunu o sıcak sudan doldurup sultânın yanına geldi. Sultâna, yalnız olarak arzetmesi îcâb eden bir husus olduğunu bildirdi. Sultan, otağında oturmakta idi. Hizmetçinin arzusunu kabûl etti. Hizmetçi gördüklerini etraflıca anlatınca, sultan çok hayret içinde kaldı. Hizmetçiye kendisini sabaha yakın uyandırmasını, berâberce oraya gideceklerini söyledi. Hizmetçi gece sultânı uyandırıp, berâberce havuzun yanına gittiler. Baktılar, havuzun suyu buz tutmuş hâlde idi. Bir kenara çekilip beklemeye başladılar. Biraz sonra Hâce Şemseddîn gelip abdest aldı. Orada namaz kıldı ve gitti. Sultan, olduğu yerden çıkıp suya baktığında, onun gâyet sıcak olduğunu gördü. Onun kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anladı. Hemen o zâtın çadırının bulunduğu yere geldi. Şemseddîn Pâni-pütî, çadırına gelmiş, Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Sultan, geride edeble durup, ayakta dinlemeye başladı. Okumayı bitirince, sultânın karşısında ayakta beklemekte olduğunu görünce hayret etti. Ayağa kalkıp selâm verdi. Sultan daha çok hürmet edip; “Ne kadar mesûd bir kimseyim ki, Hak teâlâ sizin gibi sevgili bir kulunu, benim zamânımda ve yakınımda bulundurdu. Uzun zamandır muhâsara ediyoruz, kaleyi fethedemedik. Lütfen duâ edin de, kale artık fetholunsun” dedi. Bunları söylerken, büyük bir edeb ile yalvarırcasına konuşuyordu. Şems-ül-evliyâ Şemseddîn hazretleri, tevâzu edip, kendisini duâya lâyık görmediğini söyledi. Sultan çok ısrâr etti. Bunun üzerine ellerini açıp Fâtiha-i şerîfe okudu ve; “Şimdi atınıza binip gidiniz. İnşâallah fetih gerçekleşecektir.” buyurdu. Sultan, sevinçle ve içi ferahlamış olarak otağına geldi. Komutanlarını toplayıp, konuştular. Bütün hazırlıklar tamamlanıp, son bir hücûma geçildi ve Allahü teâlânın izni ile kale fetholundu.

Bu fethin, Şemseddîn hazretlerinin duâları bereketiyle olduğunu bilen sultan, ertesi gün, büyük bir sevinçle ve yüksek bir edeble, yalın ayak onu ziyârete gelmek istedi. O ise, kendisine böyle davranılmasını istemiyor, tanınmaktan, meşhûr olmaktan hoşlanmıyordu. Kalb gözüyle, sultânın bu düşüncesini anladı ve sessizce oradan ayrıldı.

1) Siyer-ül-Aktâb; s.184
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.53

767
BİYOGRAFİLER / ŞEMSEDDÎN ÎCÎ
« : 10 Haziran 2008, 09:12:22 »
ŞEMSEDDÎN ÎCÎ

Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed el-Îcî el-Acemî es-Sâlihî olup, künyesi Ebü'n-Nu'mân, lakabı Şemsüddîn'dir. Acem beldelerinden Îc'de doğup yetişti. Doğum târihi bilinmemektedir. 1577 (H.985) senesi, Cemâzil-evvel ayının onunda,Cumâ günü Cumâ namazından sonra, Şam'da Sâlihiyye'de vefât etti. Sifh-i Kasyûn denilen yerde defnedildi.

Ebü'n-Nu'mân el-Îcî, zamânındaki büyük âlimlerin sohbetlerinde bulunarak yetişti. Uzun zaman Muhammed bin Irak ile berâber bulundu. Kerâmet sâhibi büyük velîlerdendir.

Menkıbe ve kerâmetleri çoktur. Safd beldesinin ileri gelenlerinden tüccar bir zât şöyle anlatır: "Ticâret için Şam'a gidip gelirdim. Bir defâsında gittiğimde, elli dinâr kazandım. Kazandığım paraları cebime koyup, akşama doğru evime gitmek üzere yola çıktım. Biraz gidip ıssız bir yere gelince, karşıma bir adam çıktı. Daha önceden tanışıyormuşuz gibi bana selâm verdi. Babamı ve kabîlemi de biliyordu. Beni tanıdığını, babamla çok yakın dost olduklarını ve bu gece beni misâfir etmek istediğini söylüyor, kat'iyyen bırakmak istemiyordu.Ben çok hayret ettim. İster istemez kabûl ettim. O kimsenin evine gitmek üzere beraberce yolumuzu değiştirdik. Başka bir yolda ilerlemeye başladık. Issız yerlerden geçiyorduk. Ferâdis denilen kabristana vardığımızda o kimseden şüphelenmeye başladım. Sağa-sola baktım, hiçkimse görünmüyordu ve güneş de çoktan batmıştı. Şüphelendiğimi ve endişelendiğimi anlamış olacak ki, kendisinden çekinmememi ısrarla söyleyip tekrar etti.Evinin nerede olduğunu sordum. Yakında olduğunu söyledi. Kabristanı ve kabristandan sonra gelen değirmenleri de geçtik. Şimdi bahçelerin içindeydik. Kaçmak mümkün değildi. Çünkü kaçsam nasıl gidecektim? Yolları tanımam lâzımdı. Etrâfı bilmiyordum. Nihâyet kuytu bir yere vardık. Orada bâzı kimseler vardı. Bana alâka ve yakınlık gösteriyorlar ise de, bunların hırsızlar olduğunu anladım. Bana yer gösterdiler. Beni getiren, orada bulunanlarla benim anlamadığım bir lisanla konuştu. Artık, paramı almak için öldürmeye kararlı olduklarını anladım. Serbest bırakmaları için kendilerine yalvarmaya başladım. Bana; "Korkma! Bu gece yiyip-içmek, rahat etmek üzere aramızda bulunuyorsun." dediler.

Biraz sonra beni başka bir yere götürdüler. Çok kötü bir duruma düşmüştüm. Korku ve endişe ile gidiyorken, hayret edilecek birşey oldu. Bir grup kimse ile karşılaştık. Karşılaştığımız kimseler arasında bir yaşlı kimse ata binmişti. O yaşlı kimse, gâyet vakûr ve heybetliydi. O ihtiyar, yanlarında bulunduğum kimseleri tanıyordu ve onlara isimleri ile hitâb ederek; "Ey cürüm (suç) işleyiciler! Bu yanınızdaki kimdir?" dedi. Onlar da; "Bizimle berâber bulunan bir misâfirimizdir" dediler. Bunun üzerine o heybetli zât; "Biz onu misâfir etmeye sizden daha lâyıkız. Onun bizimle bulunması daha münâsiptir." dedi ve onları azarladı. Onlar hiçbir şey diyemeden ayrılıp gittiler. Beni onlardan kurtardığı için, o zâta çok teşekkür ettim. Şimdi rahatlamıştım. Sonra biz, o heybetli zât ve yanında bulunanlar ile birlikte yürüdük. O zât beni teselli ediyor ve; "Nasıl oldu da onların eline düştün! Onlar, eşkıyâ ve hırsız insanlardır. Onların düşünceleri seni misâfir etmek değil, olsa olsa senin paranı almak ve seni öldürmektir" dedi. Ben de başımdan geçenleri anlattım. Berâberce bir müddet yürüdükten sonra, bir pınara vardık. Orada başka zâtlar da vardı. Kalkıp bizi karşıladılar. O büyük zât ile müsâfeha edip elini öptüler. O zât, onların aralarına oturdu. Sabaha kadarAllahü teâlâyı zikretmekle, O'nun emir ve yasaklarından anlatmakla meşgûl oldular. Orada bulunanların hepsi, o büyük zâtı pürdikkat dinliyorlardı. Sabah olunca kalkıp abdestlerini tâzelediler. O zât imâm olup sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra birbirleriyle vedâlaşıp ayrıldılar. Biz yine o zât ile birlikte epey yol gittikten sonra, o zât bana vedâ edip ayrılırken; "Ey oğul! Bundan sonra öyle kimseleri dost sanıp, peşlerine düşme. Çok dikkatli davran. Allahü teâlâya emânet ol" dedi. Onlardan bir kimse bana arkadaşlık etti. Ona bu zâtı, nerelere gittiğimizi, şimdi nerede olduğumuzu suâl ettim. O da şöyle cevap verdi: "O zât, Şeyh Muhammed el-Îcî'dir. Gittiğimiz yer Lübnan Dağının yakınında bir yerdir. Şimdi bulunduğumuz yer de, Şam yakınlarında bulunan Sâlihiyye'dir. Seni kaçıranlar hırsızlardır. Üstâdımız olan Muhammed el-Îcî onları bir bir tanır. Onlar da hocamızdan çok korkarlar. Allahü teâlâ onun bereketi ve vesîlesi ile seni hırsızların, eşkıyânın elinden kurtardı." Böylece ben de, Şemseddîn Ebü'n-Nu'mân Muhammed Îcî hazretlerini tanımış ve bir kerâmetine de şâhid olmuş oldum."

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.185
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.408
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.242

768
BİYOGRAFİLER / ŞEBRÎSÎ
« : 10 Haziran 2008, 09:12:08 »
ŞEBRÎSÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdürrahmân'dır. Doğum, vefât târihleri ve yerleri bilinmemektedir. Çok kerâmetleri görüldü. On beşinci asırda yaşamıştır. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Âlim, sâlih, verâ sâhibi bir zât idi.

Şöyle anlatılır: Ebü'l-Feth Şemsüddîn Muhammed Müzzî İskenderî anne karnında iken, babası Bedrüddîn Avfî, Allahü teâlânın sevgili kulu Abdürrahmân Şebrîsî'ye gelip, onun için duâ istedi. O da; "Merak etmeyin, hanımınız iki çocuk dünyâya getirecek, birisi yedi gün kadar yaşayıp vefât edecek. Onun için sabrediniz. Diğeri ise uzun seneler yaşayacak. İsmini Ebü'l-Feth koyunuz. Allahü teâlâ ona çok hayır kapıları açacak" buyurdu. Abdürrahmân Şebrîsî'nin dedikleri aynen çıktı. Çocuğun babası kırk gün sonra bir ziyafet hazırladı. Abdürrahmân Şebrîsî ve talebelerini dâvet etti. Yemeğe başka sâlih kimseleri de çağırdı. Sofrayı hazırlayıp önlerine getirdi.Abdürrahmân Şebrîsî sofradan bir hurma tânesi alıp onu ezdi. Biraz bal ile karıştırıp duâ etti. Talebeleri de duâ ettiler. Bu yiyecekten çocuğa yedirdi. Yedi defâ Fâtiha'yı okudu. Çocuğu babasına verip buyurdu ki: "Bu yiyeceğin kalanını çocuğun annesine ver. Bundan yesin. Vefât eden yavrunuzun rûhunun da Arş tarafında döndüğünü görüyorum. Onun için de üzülmeyiniz" buyurdu.

Abdürrahmân Şebrîsî, bir gün Ebü'l-Feth'e; "Yatsı namazında benim yanıma gel" buyurdu. O da gelip berâberce yatsı namazını kıldılar. Sonra da Kasyun Dağı eteğine gelip dağa tırmandılar. Tepesine çıktılar. O zaman Abdürrahmân Şebrîsî, Ebü'l-Feth'e dönüp buyurdu ki: "Aşağıda yanan meş'alelere bak, onları iyice say, unutma!" Daha sonra da Berze köyüne geldiler. Orada Abdürrahmân Şebrîsî Ebü'l-Feth'e; "Dağda kaç meş'ale saydın?" diye sordu. O da; "Sekiz yüz." deyince; "Bu yerler, oralarda medfun olan enbiyâ makamlarıdır." buyurdu.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.62
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.72